14 Mart 2017 Salı

İbo

Kayınvalidem aylardır evde mevzusu edilen perdeleri söküp yıkayabilmesi için bir süredir arkadaşlarda olan merdiveni gidip almamı istedi. Benimse içim bi' tuhaftı. Berkin Elvan’ın anmasına gidecektim ve kafam geçen 3-4 senenin muhasebesiyle, daha çok sancısıyla, yumrusuyla ve hatta utancıyla meşguldü. Bir iki ve hatta üçüncü kez tekrarlanınca ve oğlan da o esnada park diye tutturunca geç kalma korkusuyla maaile sokağa fırladık. Yolda asıl bu gerginliğimden kaynaklanan kavgalar edildi.

Koşa koşa, bayırları tepe tepe Feriköy Mezarlığı’na vardım. Bir köşede tek başıma dikilmeye başladım. Sonra kendisi haberlerinden bildiğim bir muhabirin bakışlarını üzerimde sezdim, göz göze geldik, sonra o başka tarafa baktı. Acaba sivil polis miydim? Solun çektiği ve ajan/hain yaftalarıyla çektirdiği sıkıntıları düşünürken bu tarz bakışların artmasından dolayı huzursuzlaştım. Ben Gezi’yi kuran, var eden, savunan, o şakalı sloganları yazan örgütsüzlerden değil miydim?

Sami Elvan konuşurken sesi, mezarlığın giriş tarafından gelen gençlerin sloganlarıyla bozuldu. 6 Nisan’daki mahkemeye çağırdı. Sessizlik. Alkışlayayım mı diye içimden geçirdim ama baktım ses seda yok. Sonra neredeyse tüm eylemlerde, hak hukuk mücadelelerinde gördüğüm bir avukat konuştu. Sonrasında saygı duruşu, sol yumruklar havada ve “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!” sloganları. Oradaki topluluğa eklemlenerek kolumu kaldırmadım. İçimden yine kesin sivil olduğum anlaşıldı diye geçti. Sonra eğer sivil olsam ben de kendimi belli etmemek için elimi kaldırırdım, herhalde bunu düşünmüşlerdir diye fikir yürüttüm. Biri “Halkevleri de burada” dedi. Zaten bazı kişiler hep kim gelmiş kim gitmiş diye etrafı süzüyordu. Yazar bir hanımefendiyi gördüm. Yanımdan arka tarafa geçti. Sonra twitter’ına baktığımda 4 ayrı mesaj ve muhtelif fotoğraflar paylaştığını gördüm. Gazeteciler işleri gereği oğlunun mezarı başında fenalık geçiren Gülsüm Elvan’ı görüntülüyordu. Elinde bayraklarla yaklaşmakta olan gruplar geliyordu. Eski tüfeklerden biri “hayır çıksın 4 büyük rakı ısmarlıcam” deyip güldü. Yanındaki “biz 20’liğe de razıyız” dedi. Daha çok güldüler.

Gezi’yi ve ölen çocukları örgütlülere bırakmıştık. Onlar da geçmişten gelen “pratiklerine” sıkı sıkıya tutunuyorlardı hâsılı. Bu gittikleri ne ilk ne de son cenazeydi. Mahkeme kapısında, ailenin yanında yine onlar olacaktı. Lakin şuna mutmainim: Gezi’de kurulması arzu edilen dünyanın mücadelesini, akıbetini herhangi bir evde tül asarken Berkin için içi sıkılan, ruhu daralan, vicdan azabı çeken insanlar belirleyecek. Çünkü Gezi bir şehitler mezarlığı değil müşterek bir hayat arzusuydu. Öyle kalmaya da devam edecek ama evlerde ama park ve bahçelerde.

“Merasimin” bitmesini beklemeden ayrıldım. Feriköy Stadı’nda biraz amatör küme maçı izledim ve birlikte dünyaya sövmek üzere Sabahattin Amca’nın berber dükkânının yolunu tuttum. Almanya seyahatini eşinin göğsünde çıkan bir yumru nedeniyle ertelemiş. Sonra yıllar evvel trafik kazası geçirip beyninde hasar kalan kızından bahsetti. Yıllardır verdiği mücadeleden, halen terapiye götürüp getirmesinden. Beylik laflar ettim. Dedim, “tıp çok ilerledi, Gezi’de polisin gaz kapsülüyle kafasından vurduğu bir çocuğun kemiği midesine kondu ve daha sonra tekrar kafatasına yerleştirildi." Ama hasar kaldı. Okumayı yazmayı babası baştan öğretiyor”. “Aynı İbo gibi yani” dedi? “Hangi İbo” diye sordum, acaba Kaypakkaya’nın başına da mı öyle bir şey gelmişti. “Tatlıses” dedi. Yine bol bol Ecevit muhabbeti yaptık. Tıraş sonrası çaylarımızı içerken, meseleyi “Kürtler de o kuracakları ülkeye gitsinler kardeşim”e getirince bir göz göze geldik. İhtiyar kurt Sabahattin Amca dediklerimden benim gün boyu gelip gidenlerden olmadığımı anladı sanırsam. Şöyle bir gözlerini kıstı, lafı çok uzatmadı. Onunla ilk tanışmamızda bana 40 yıllık esnaf olduğu Kurtuluş’u şu şekilde anlatmıştı, bilmem bunu hatırladı mı: “Eskiden burada insanlar yaşardı efendim.”

Kendilerini çocukları bekleyen anneler babalar eve döndü. 

Hande’den özür dileyerek gönlünü almaya çalıştım, perdeler yıkanmış hatta kimisi asılmıştı. Bu yumruyla yaşanması zordu, anlatması daha zor ve hatta yazması. Oğlan öğle uykusundan uyandı.

Hiç yorum yok: