11 Aralık 2010 Cumartesi

Ufukta Batan Güneş Bu Sabah Doğacak mı Red Kit?

O zamanlar böyle bloglar falan yoktu, başbakan ve bakanlar kurulunun 6 ayda bir değiştiği, tam hükümete sövecekken gazetelerin ön sayfalarında işte yeni bakanlarımız ve başbakan şeklinde boy boy vesikalıklarının yayınlandığı bir dönemdi.

Ben de ilk yazımı bölümün panosuna yapıştırıp ilk okurumu beklemeye başlamıştım. İşte oradaydı! 

Heyecanla mimiklerini izlemeye başladım, acaba bir tebessümüne mahal verecek miydi yazdıklarım yoksa yüzünü mü buruşturacaktı?

Bugün bir Barış Bıçakçı olamadıysam (çok iddialı oldu ama) hep onun yüzündendir. Narkoz yemiş gözlerle yazıyı okudu, hiçbir ama hiçbir tepki vermeden oradan ayrıldı. Şöyle “hangi hıyar yazdı lan bunu!” deyip kâğıdı buruştursa, sonra önüne ilk çıkan kişiye -yani bana- yedirse bu kadar koymazdı. Beni kayıtsızlığa mahkûm etmişti. 

Ama yılmak yoktu ve Melih Gökçek ileride yeşil neon ışıkları ile aydınlatacağı üst geçitleri yapmaya devam ediyordu.

Batıkent’te, semada bir öğrenci evi. Kışın ciddi bir hava akımının olduğu odamda uyumaya çalışırken her büyük yazar gibi gecenin bir yarısı irkildim. Aklıma şimdi paylaşıp kendimi rezil etmek istemediğim “harika” bir cümle gelmişti... Devamında ise sırf o cümleyi buldum diye üzerine öykü inşa etmeye başladım.

Sen Josef’te geçen yatılı hayatımdan bahsedemezdim ya da küçük yaşlarda Paris’i ilk gördüğümde yaşadığım şaşkınlıktan. 

Bursa’da, böyle dağın dibinde, dizi yapımcılarının bir araya getirmek için göbeğinin çatlayacağı, hasılı “içimizi ısıtan” mahallemden bahsedecektim.

O zaman tabii aklımızda yasak düşünceler, Gide mesela… 

Ukala dümbeleği olduğumdan pek arkadaşım yoktu, olanları da ben istemedim (Şimdi iyi ki facebook var). Odamda bütün gün bir şeyler okur, arada bir içeride büyük bir iştahla championship  manager oynayan ev arkadaşlarımın yanına gider, birkaç gün sonra evrenin sırrına ulaşacağımı bilmedikleri için onlar adına üzülürdüm. 


O gün en hasis duygularımla bitiremediğim öykümü belki diyorum burada tamamlarım. Size Salepçi Aziz Abi’nin gün boyu satamadığı bidon bidon kaynar sahleplerini bir dikişte içen Deli Çetin’den; anlattıklarına göre 1.50’nin altındaki boyuyla Germen ırkının hiçbir özelliğini taşımamasına rağmen yıllarca Alamanya’daki tüm kadınları kendine hayran bırakan, nur içinde yatsın Karapaça Mustafa’dan; mahalledeki her türlü ağaç, ev vs.’ye tırmanabilen lokal örümcek adam Kedi Ahmet’ten, sokaktan geçen arabaların dikiz aynalarına tutunarak üzerine çıkan Ninja Kazım’dan, yoksullara dağıtması için kendisine verilen erzağı gönüldaşları ile birlikte yiyen ya da köyüne gönderen Mehmet Muhtar’dan, yıllardır ama yıllardır bakkalından hiç çıkmayan, evine de gizli bir bölmeden geçtiğini düşündüğüm Gazeteci Selahattin’den, rahmetli Tabak Osman’dan, ak sakallı nur yüzlü ihtiyar, diğer taraftan da fener gol attığında etrafındakiler el kol hareketiyle “geçirdik” işareti yapacak kadar fanatik Osman Dede’den  bahsederim; belki  de hislenir, size mahallenin Adnan Abisi’ni anlatırım.

Belki de çoğu zaman olduğu gibi nerede başladığımı unutur, dosya kapanmadan Red Kit gibi yeni maceralara koyulurum…

2 yorum:

deniz dedi ki...

lafını etmeye değecek bir kadın yaşamıyor herhalde sizin mahallede :)
mümkünlü keza.

güney dedi ki...

o kategoride benim tanıdığım bi kişi var, o da babaannem. mazallah haberi olur. onu yazacak kadar yürekli değilim. erkek egemen bloğumuz affınıza sığınır, kadınlar başımızın tacı :)