30 Mart 2021 Salı

Obvilion Verses

Geçen akşam TRT 2’de 'Obvilion Verses' diye bir film izledim. Olaylar Şili’de, darbe döneminin sonlarına doğru cereyan ediyor. Kapatılmaya yüz tutmuş, devrin pek çok ‘olumsuz’ anısını barındıran bir mezarlık ile onu gözeten –hafızası çok kuvvetli olup sadece isimleri hatırlamayan yahut hatırlamak istemeyen, kendisi de bir dönem hapis yatmış bir bekçi vasıtasıyla ‘Pinochet döneminden demokrasiye geçiş’ anlatılıyor diyebilirim en kaba haliyle. Bir pazar günü, milisler mezarlığı basıyor ve yanlarında getirdikleri, protestocu öğrencilerin cesetlerini mezarlıktaki morgda saklamaya girişiyorlar. Daha sonra cesetleri başka bir yere taşımaya çalışırken bir tanesini orada unutuyorlar. Genç bir kadının cesedini. Cesedi gören mezarcı onu bir insana yakışır gibi defnetmek istiyor zira ‘bu topraklar’ filmde de sürekli kızıyla ilgili bir haber var mı diye yıllarca mezarlığı ziyaret eden kadın gibi çocuklarının, sevdiklerinin dirisini geçtik, ölüsüne, kemiğine kavuşma hasretiyle ömür tüketen –geçtiğimiz günlerde koronavirüs tedbirlerine, toplanma yasağına, uymadıkları için haklarında dava açılan Cumartesi Anneleri gibi– insanlarla dolu. Ölüm ilanı hazırlayıp çoğaltması için bir matbaaya veriyor. Almaya gittiğinde matbaacı birkaç gün önce vuku bulan çatışmalar nedeniyle kâğıt bulamadıklarını, ama buna karşın harika bir çözüm olarak ölüm belgesini seçim afişlerinin arkasına bastıklarını anlatıyor ona. Mezarcının nutku tutulunca üsteliyor, ‘ne de olsa arka tarafını kimse görmeyecek’ diyor, yanıt alamayınca ‘hadi, senden kâğıt parası da istemez’ diye üsteliyor tüm o âlîcenaplığıyla. Mezarcı, önde demokrasi, özgürlük vaatleriyle parti liderlerinin, arkada kızın ölüm ilanının olduğu afişi duvara yapıştırmaya çalışırken bir rüzgâr esiyor ve tüm o kâğıtları alıp götürüyor. Film boyunca defaatle şahit oluyoruz ki kendisi de başka bir ‘bu topraklara’ mensup İranlı yönetmen kör göze parmak sokmayı seviyor. Yönetmen burada izleyiciye sesleniyor ve diyor ki eldeki insan varlığının, kumaşının üç aşağı beş yukarı matbaacı gibi olduğu ‘coğrafyalarda’, ‘yel eser, umutlar savrulur gider’ ama siz yine de unutmayın ve hatırlamakta ısrarcı olun, dirilerin değilse de ölülerin hatrına.


13 Haziran 2020 Cumartesi

Proust Anketi

Sizi en çok üzecek olay

Aklımı yitirmek. Daha doğrusu hafızamın, hatıraların, bildiğim ne varsa her şeyin yavaş yavaş silindiğini çaresizce izlemek. 

Nerede yaşamak isterdiniz? 

Olduğum yerde. 

Yaşayabileceğiniz en mutlu an. 

Bazen yüksek bir binadan kendimi aşağı doğru saldığımı ve bir saliseliğine ‘oh be bitti’ dediğimi hayal ediyorum. 

Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz? 

Sadece çocukların hatalarını. 

En sevdiğiniz erdem. 

İkiyüzsüzlük

Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş. 

Cacık yapmak (dereotlu ve sarımsaklı)

Kimin yerinde olmak istersiniz?

Bir hayvanın olabilir ama hangisi bilemiyorum. Doğada olup başka bir hayvan tarafından yenilip yutulma riski en az olanı olabilir. 

Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik. 

Kendimi eksiksiz görmem. 

En çok isteyeceğiniz özellik

Işınlanmak. Zaman yolculuğu gibi değil de kalabalıklara girmeden bir yerden diğerine geçmek için. 

Nasıl ölmek istersiniz?

Aniden. 

Hayattaki sloganınız 

Sloganlardan hoşlanacak yaşı geçtiğimi düşünüyorum ama en aklımda kalanı söyleyebilirim: Bilruh bildem nefdike ya Saddam!

Şu anki ruh haliniz. 

Simit yedikten sonra midede oluşan kaynama hissine yakın. 



4 Mayıs 2020 Pazartesi

Üçlemenin ilk filmi: Diş

Dün sabah Hazar büyük bir gürültüyle odaya daldı. Uzundur sallanan dişi düşmüş! Kendisi buradan tanıklık ettiğiniz üzere ontolojiye, edebiyata ve antik yunan'a meraklı biri olsa da henüz 6 yaşına değmedi ve bu düşen ilk dişi. Önce bunu onu tanıyan herkese haber etmemizi istedi. Sonra "bugün benim günüm" diyerek evde krallığını ilan etti ki haftanın onun olan günlerinin sayısı 4'e çıktı. Kalan 3 gün de bizim ama o da temsili demokrasi gibi, bir var bir yok (evin babası sosyal şakalara başlar). Neyse ona yine bir ebeveyn ciddiyetiyle "bak bunlar artık ömürlük dişlerin, onlara iyi bak" nasihatinde bulunurken, "ömürlük nedir?" diye sordu. O esnada ezbere ettiğim bu lafın ciddiyeti yüzüme bir tokat gibi aşketti. O çıkacak diş oldu önündeki uzun vakit, tecrübe edeceği iyi kötü ne varsa her şey, yani ömrü. Sonra bu ömrün ne kadarında ve nasıl yanında olabileceğim sorularıyla cebelleştim. Sonra yaşını başını almış herkes gibi böyle şeyleri çok düşünmemeye karar verdim. Bugün dışarı çıktığımda ona -isteği yahut siparişi üzerine- uğurböcekli bir pasta aldım. Sanırım ömrü boyunca elden gelen de bu olacak.

6 Şubat 2020 Perşembe

Being Alive


Film (Marriage Story) yayınlandığından beri Adam Driver’in Being Alive’ı söylemesini dinliyorum. Zamanla fark ettim ki bunun filmle pek de alakası yok. Arkadaşlarla bir mekanda toplaşılmış ama onlar bir var bir yok. Oradalar ama muhtemelen bu bir event hatırına. Derdini anlatmak istiyorsun ama girizgah için dahi vakit yok. Sonra eline mikrofonu alıp sahneye çıkıyorsun ve ‘yalnızlık sadece yalnızlıktan ibarettir’ diyorsun, ‘bunu yaşamak sanma'. Ne olduğu pek de mühim değil, bir derdini bağıra çağıra ve çok içeriden anlatıyorsun. O kadar güzel anlatıyorsun ki bu sefer seni dinliyorlar. Sonuna kadar dinliyorlar. Hiçbir şey demeden, akıl vermeden, kendi deneyimlerinden yola çıkarak edindikleri şeyleri döküp saçmadan. Sadece dinliyorlar. 

Tebrikler! Başardın! Şarkı bittiğinde tuttuğun nefesi bırakabilirsin artık.   



3 Şubat 2020 Pazartesi

Bal Ülkesi


Dün gece annem, ‘Güney valla çok korkuyorum, o toprağın altına nasıl giricez?’ diye sordu. ‘Bir gidicez daha dönüş yok.’ Ölümden böylesine içtenlikle bahsedilmesi -anlatıcıyı yakinen tanıdığımdan- benim için beklenmedik değil. Bu aralar ben de sıklıkla aynı şeyi düşündüğüm için, ‘valla ben de korkuyorum anne’ diyebildim sadece. Seni doğuran insan ölümden bahsediyor; ertesi gün iş var ve içeride çocuğun uyuyor. Sohbetimize abimin kanser taramasındaki anısıyla başlamıştık: Radyasyon için alındığı bölümde çeşitli hastalıkları olan kişiler ona ne kanseri olduğunu soruyor, ağabeyim de ‘benimki henüz belli değil’ diyor. Muhtemelen onların yanında kanser olmadığına utanıyor. Aldığı radyasyon sonrası kimseyle irtibata geçmemesi gerekirken, kayınpederi bi’ babalık edip onu hastaneden alıp arabasıyla annemin evine getiriyor. Annem, kimseyle görüşmemesi gereken o ilk 24 saatlik sürede ağabeyimi misafir ediyor. Cuma akşamı Bal Ülkesi’ni, Hatice ile annesinin ilişkisini seyreylerken aklım babaanneme gitti. Hayatlarımızda onca ağırlığı olan birinin nasıl da böyle ‘kolayca’ çıkıp gittiğinden. Neticede onun gibi gidicez ve geri dönmücez. Ve belki de hatırda kişisel olarak değil de bu ana babalığa katkımızla kalıcaz, abiliğe, kardeşliğe, arkadaşlığa, utanmaya, vicdana. Ya da tam tersi. Bunlardan neyi söküp bir daha hatırlanmamak üzere bıraktıysak o his ya da her neyse öyle hatırlanacak. Kimin yaptığını kimse bilmeyecek. Bal Ülkesi’nde Hatice’ye arıların hakkını vermesi gerektiğini kimin söylediğini bilmiyoruz, komşusuna arıların hakkına nasıl çöküleceğini kimin gösterdiğini de. Ama illa birinden görmüş, duymuşlar. Komşunun çocukları babalarının izini mi sürecek yoksa ‘çocuksuz’ Hatice’nin yolundan mı gidecek. Ya da günün birinde hakka çökerken akıllarına Hatice gelecek de vicdanları sızlayacak mı? Bu şu anda aklıma geldi ama belki de gerçekten böyledir. Neticede şanslıysak biri bize yatağımızda bakacak, banana getirecek, durumumuzdan haberdar olunca yelpaze hediye edecek, bizimle sohbet edecek ve yemeği daha rahat sindirebilelim diye ayağımızı kürmemizi isteyecek.




9 Temmuz 2019 Salı

Parklar ve bahçeler

Bir süredir evden az biraz uzaklaşıp yürüyüşe çıkıyorum. Bu modern insanın -hadi bunu demeyi bir kenara bırakalım artık çünkü insan buna hep ihtiyaç duydu- hava değişimi, temiz hava alma ihtiyacı gibi bir şey değil. Sadece biraz yürümek istiyorum. Sokağa ilk adımımı attığımda içimi bir heyecan kaplıyor. Sonuçta dışarıdayım, evin-çocuğun sorumluluğu yok. Sonra adımlar arttıkça bu heyecan yerini hüzne, bir boşluğa bırakıyor. Ne yapacağını bilmemek. Öyle yürümek ama hani o esnada da misal bir arkadaşa rastlayıp ona eklemlenmek, biraz yanlarında oturup belki bir iki sohbet etmek, oturdukları yerde güzel bir şeyler varsa yeme-içmelik onları tatmak. Arada bir telefonuma bakıyorum, yok, sık sık telefona bakıyorum, belki birileri sokağa çıktığımı hissetmiş olabilir diye, olamaz mı? Yürüdüğüm yol belli. Ara sokakları sevmeme rağmen ki bu rotayı da tüm o ara sokakları dolaşa ede belirledim, çoğunlukta aynı yolu izliyorum. Sonunda parka varıyorum. Park hani ağaçların, insanların farklı amaçlarla bir araya geldiği yer. Genellikle insanların yoğun olarak toplaştığı yoldan değil de bir üst yoldan devam ediyorum. O esnada onları izliyorum, ne konuşuyorlar, neye gülüyorlar, çok merak ediyorum. Sonra en fazla ne konuşabilirler diye düşünüp yola devam ediyorum. Sonra bir ağacın altına tünüyor yahut bir banka oturuyorum. Rahatlamış değilim, ferahlamış değilim, dinlenmiş değilim. Ama oradayım işte. Sonuçta parktayım. Bir ağacın kokusu burnuma vuruyor. Ihlamur dışında ayırt edebildiğim yok. Bildiğim bununla yetinmem gerektiği. Her ne var ise onunla. 

10 Ocak 2019 Perşembe

Yarı yoldan ziyade yerden uzak


[Ahmet Haşim] bir gün Sabah Matbaası’nın altındaki eski vükelâ berberi Anastas’ta saçlarını kestirirken Yakup Kadri ile cümbüşlü bir konuşma yapıyorlarmış. Bir aralık berber hayretle durarak:

“Beyefendi” demiş, “söylediğiniz bütün sözleri anlıyorum ama ne söylediğinizi anlayamıyorum!”

Haşim sevinçle:

“Yakup” demiş “bizi en iyi anlayan adam bu!” 


Yusuf Ziya Ortaç, Portreler, 1960.