20 Kasım 2011 Pazar

Taarrufu Anlamayan Nesle Aşina Değiliz


                                                                                İş yerinden eve taarruf getirenlere


İran’da birini ziyarete gittiğinizde orada bulunmanızdan duyulan mutluluktan bahsedilirken, konuşma esnasında size methiyeler düzülür, telefon görüşmelerinde hal hatır sormaktan konuya girilemez, asansörden inerken insanlar size, “arkamı döndüğüm için beni bağışlayınız” türünden laflar eder; taksi şoförü, bakkalı, kasabı uzattığınız parayı almamakta direnir... Bir ülke değiştirip bu kadar değerli biri haline gelmenizin altında taarruf adı verilen bir geleneğin olduğunu anlamak için biraz zamana ihtiyacınız vardır. Taarruf, insanların bir gelenek olması nedeniyle nezaket göstermesi şeklinde tarif edilebilir. Yani, karşınızdaki size kendinizi Ürdün Kralı Hüseyin gibi hissettirecek laflar ettiğinde, evine ya da iş yerine yaptığınız ziyaretten ne kadar mutlu olduğunu ballandıra ballandıra anlattığında yahut yemeğe kalmanız için diller döktüğünde, bindiğiniz taksinin şoförü uzattığınız parayı almamakta ısrar ettiğinde vs. bunların hepsi taarrufa girer. Ve neyin taaruf olup olmadığını anlamak için ya orada uzun süre yaşamanız yahut bir paranoyak olmanız gerekir. Bir keresinde İran’ı ziyaret eden bir köşe yazarının Türkiye’ye dönünce, “İranlılar çok misafirperver, taksi şoförüne para verdim, almadı” şeklindeki bir yazısını okumuştum. Sometimes taaruf happens.


Tahran’daki –çoğu bir taarrufzede olarak geçen- günlerimin sonuna doğru Ankara’da okuyan oğluna yardımcı olduğum İranlı eski bir şirket çalışanı ile telefonda konuşuyorduk. Önce beni bir güzel yağlayacak sonra da asıl isteğine geçecekti. Konuşma esnasında oğluna yaptığım iyiliklerden dolayı teşekkür ederken diğer yandan da benim ne kadar saygıdeğer biri olduğumdan bahsediyor ve benim gibi muhterem bir insanla tanışmaktan duyduğu mutluluğu dile getiriyordu. Sözünü kesip, asıl bu onurun bana ait olduğunu, onun gibi değerli birinin oğluna yardımcı olmanın asıl mutluluğum olduğunu söylerken, adam gülmeye başladı ve dedi ki: “Yahu, bizim taarrufu ne güzel öğrenmişsiniz!”

Dilim dönseydi de ona taarrufu anlamayan nesle aşina olmadığımı anlatabilseydim. Lakin bahsetmek istediğim taarruf, geleneksel değil kurumsaldı.  

***

Elm Sokağında Kabus serilerinin birinde, kurbanları evde tirim tirim titrerken telefonun çaldığı ve ahize kaldırıldığında Freddy’nin ahizenin deliklerinden çıkan ellerinin kurbanı boğmaya çalıştığı bir sahne vardır. Bir gün telefondan bu şekilde çıkacaklarına inandığım çağrı merkezi çalışanlarının amirlerinden biri, elemanlarının taşıması gereken özellikleri şöyle açıklamış: “Düzgün konuşabilen, güçlü iletişime sahip, çözüm odaklı, takım oyuncusu, takipçi, stresle baş etmesini bilen, zaman yönetimini bilen, disiplinli, yeniliğe açık, yeni teknoloji ve süreçleri öğrenmeye yatkın, pratik kişiler olmak.”

Şirketler nezaketlerinden ötürü, açık açık “bize götiçi kadar odada, günde en fazla yarım saat mola ve iki tuvalet arası verip, karşıdaki kendisine sövüp saysa da ses etmeyecek, yönetimden gelen talepler karşısında hiç sorun çıkartmadan çalışacak birileri lazım” demezler. Bunun için nezaket kuralları doğrultusunda belirlenmiş kelimeler vardır. Her biri birbirinden kurumsal şirketler marifetiyle geliştirilen bu nezaket dili, şirket içi yazışmalardan müşteri ile ilişkilere ve hayatımızın tam orta yerine kadar sirayet eder, gökdelenlerin tepesinden Bambi’deki Necati Abi’ye kadar uzanır: Tabii efendim, Ali Bey, masa 4’e bir kaşarlı dürüm lütfen, Mehmet Bey’i de cc’ye koyun.

Kurumsal taarruf yardımseverliktir, bu nedenle okul, hastane yaptırılır, her yerde anlatılmaz; web sitesinden bakabilirsiniz.

Kurumsal taarruf, bir gün özel bir üniversitenin kampusunda bir bankta otururken, mıntıkayı temizleyen hayli Ankaralı bir amcada dile gelir ve, “rica etsem bankın altındaki yaprakları alabilir miyim?” der.

Bundan kelli hayat da artık bayramlarda, partiler arası yapılan nezaket ziyaretleridir.

Sevgiler,

Güney






Hiç yorum yok: