3 Nisan 2015 Cuma

Galaksi Üzerine Tezler [001]

Peki, O Yaşadıklarımız Neydi? 

İlk tezimde bugün okuduğum bir yazıdan hareket ediyorum. Celal Üster, Onat Kutlar’ın öldürülmesinin 20. sene-i devriyesinde kendisiyle nasıl tanıştıklarını, bu tür metinlere özgü büyülü bir dille anlatmış. “1965 yazı. Aylardan Ağustos. Çocukluğumdan beri olduğu gibi o yaz da Büyükada’dayız” diye başlıyor. Sinematek’in kurulduğu haberini alıp Beyoğlu’ndaki derneğe üye oluyorlar. İnanılmaz mutlular ve derneğin hemen yakınındaki Çiçek Pasajı’na geçiyorlar, üyeliklerimizi diyor, “Bir büyük Arjantin bira ve midye dolmayla kutlamıştık.”

Bu tür yazılarda oldukça sık rastlandığı gibi bahsi geçen kişiler, mekânlar, sokaklar, sokak köpekleri her şey bir başka. İnsanlar insan, sinema mekânları sinema mekânı, sokak köpeği sokak köpeği. Her şey kâinatın o ilk yaratıldığında uyulan emir gibi düzenli, terbiyeli ve olması gerektiği gibi, hatta ondan daha fazlası.

Girişten sonra tezimin can alıcı kısmına geliyorum... 

Biz sevdiğimiz şairlerin, yazarların, gazetecilerin İstanbul merkezli hayatlarını Anadolu’nun çeşitli kesimlerinde yaşayan taşralı çocuklar olarak büyük bir hevesle, onlara imrenerek okuduk. Günü geldi, Celal Üstervari yazılardan etkilenip Çiçek Pasajı’na gittik, büyük bir Arjantin bira - ki Arjantin bira zaten büyükmüş - yanına da midye dolma söyledik, bir şeyler kutlayalım dedik, kutlayacak bir şey aradık. Ne kutlama kutlamaya benzedi, ne de o “büyük Arjantin bira”dan keyif aldık.

Peki, sorun neredeydi?

Taşralılar olarak bizim medeniyet, kültür sandığımız şey aslında bir ahbap çavuş ilişkisiydi. Bir hatıraydı. Bir hakikat değil nostaljia’ydı. bu da o yıllarda yazlarını Büyükada'da geçirme lüksüne sahip olanları saymazsak diğer taşralıların anlatısıydı. Sonra bizler de o medeniyete ait olmak istedik. Mekânlarla, kişilerle hep olmayan bir bağ kurmaya çalıştık. Medeniyet üstüne medeniyet kurduk. Eşimiz, dostumuz, gittiğimiz lokanta, pastane, meyhane, çayhane hep şahane ve şiirseldi.

Bu durum sırf "sağda olmayanlar"a özgü değil. Geçenlerde bir ahbabım 60’larda muhafazakâr camianın hatırı sayılır bir şahsiyetinden büyük bir övgüyle bahsedildiği bir meclisteymiş. Bu üniversite hocasının öğrencilerinden biri adamı öyle bir anlatmış ki millet aşka gelmiş. Fıkra bu ya, bu zatın başka bir öğrencisi de oradaymış ve bu kişinin hiç de anlatılan biri gibi olmadığını dersi odun gibi anlattığını söylemiş. 

Şimdi gözlerinizi kapatın ve şu yaşınıza kadar duyduğunuz okuduğunuz buna benzer trilyonlarca hikayeyi hele bir düşünün, sonra bana hak vermezseniz, ilk elin günahı olmaz diyerek daha sağlam analizlerle karşınıza çıkmayı taahhüt ediyorum. 

Hiç yorum yok: