15 Nisan 2016 Cuma

Üstadım


Haşimyen okumalar (III)

Ahmet Haşim, “Üstad” isimli denemesinin başında “bir cemiyetin ahlak ve âdetlerinin ne suretle değiştiğini kelimelerin istihalesinde görmeli. Üstad’  kelimesinin son senelerde aldığı mânâ, bu itibarla küçük bir tetkike değer. Eskiden ‘üstad’ herkesçe musaddak ehliyetlere verilen büyük bir payenin ismiydi. Üstad, dâhiden bir rütbe aşağıda idi: Üstad Ekrem, edebi merâtibde Dâhi-i azam’ın arkasından gelirdi” der.    

Biri bana ilk defa “azizim” diye seslendiğinde 27 yaşındaydım. Ankara’dan İstanbul’a yeni taşınmıştım. O vakitler ne güzel bir hitap biçimi diye düşünmüştüm. “Üstadım” ve bir şey anlattığınızda karşılama hitabı olarak “eyvallah” ile tanışmam da çok uzun sürmedi. Size “üstadım” diyen insanın aslında kendisinden bahsettiğini, “eyvallah” ile de "ne anlatıyor yahu bu, hadi bu kadar şey bilmeme rağmen susayım da ne kadar tevazu sahibi olduğum belli olsun" demek istediğini anlamam da çok uzun sürmedi.

Çevremde gördüğüm, tanık olmam itibariyle bu kişiler genellikle Anadolu’nun çeşitli köşelerinden türlü sebeplerle İstanbul’a gelmiş ve son dönem Osmanlı-ilk dönem Cumhuriyet’le özdeşleşmiş kişilerin bıraktığı çoğunlukla edebi miras üzerinden geleneksel İstanbul efendiliği kimliğine bürünmeye çalışanlardı. (Dillerinden düşürmedikleri Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimlerin İstanbul’u onlar için kayıp bir nesne, zaman, manzara olduğu kadar bir proje dosyası içeriği idi. O günlerin İstanbul’unda kaybolmuş etmiş ne varsa bunun kitabı, sergisi, şusu busu yapılarak belediyelere çakılabilirdi azizim. Ki böyle de oldu. Bu nedenle şehirde şu anda en büyük sorunlardan biri trafiğin, aşırı nüfus ve canlı bombaların yanında bunca prestij kitapla ne yapılacağıdır.)

Bu meseleyi –bir İlber Ortaylı olmadığım için– köylülük ve kentlilik üzerinden elbette okumayacağım. Geçmişe baktığımızda diyelim ki Diyarbakır’dan İstanbul’a Ziya Gökalp’ten Süleyman Nazif’e kadar muhtelif entelektüel göçler olmuş lakin bu kişiler dönemin iklimi itibariyle sorunlar yaşasa da –siyaseten farklı görüşlere savrulsalar da– bu anladığım kadarıyla pek “kültürel” olmamış. Yani, Süleyman Nazif, Üstad Ekrem’in masasına oturduğunda sırıtmamış. Çünkü zaten oraya seçkin Osmanlı sınıfının bir evladı olarak Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi öğrenip de külliyatı okuyup da gelmiş. İstanbul kültürel olarak onun için sonradan olma bir hal değilmiş. Diyarbakır, Diyarbekir, Amed, Dikranagerd sokaklarında o havayı zaten teneffüs etmiş. 

Şimdiyse kayıp bir hatıraya, bir nostaljiye son yılların yükselen trendi İslamcılık, muhafazakarlık üzerinden giydirilmeye çalışılan bir dil, birbirlerini ne kadar azizim ve üstadım olduğuna ikna etmeye çalışan bu kişiler tarafından üretiliyor. Karşıda minareleriyle uzanan bir şehir var, araya bir kısmı kendilerinin yahut arkadaşlarının oturduğu rezidanslar girse de, Yahya Kemal’in Emirgan’daki çınar dibinden izlediği silüet bu. O çınar dibinde belediye başkanının tatlıcısının olması tarihin hoş bir cilvesi.

Haşim mevzubahis denemesini şöyle bitiriyor: “Bu kelimenin macerası, birçok ictimai kıymetlerin etrafımızda nasıl değiştiğini gösterir.”   


Hiç yorum yok: