8 Mayıs 2011 Pazar

Allah'ın Hikmeti

Anne, ne olurdu bu gece de televizyonun karşısında uyuyup kalmasaydın, her uyandığında izliyor izlenimi vermek için film ile ilgili yorum yapmasaydın, çünkü bunu ikinci bilemedin üçüncü kez yaptığında zaten o film bitmiş, yerine yenisi başlamış oluyor.

Hâlâ sabahın köründe uyanıyorsun. Anne, artık ne işe yetiştirmen gereken bir kocanla oğlun, ne de okula yetiştirecek bir ufaklığın var. Kimi emekli oldu, evlendi, başka şehre taşındı. Bunca yıldır evin hergeleleri için erkenden uyanmaya alışmışsın biliyorum, ister istemez göz kapakların hala “acaba birini geç mi bıraktım?” der gibi aralanıyor sabahları. Anne, artık sabahın o ilk ışıklarını yatağında döne döne, fosur fosur uyuyarak karşılasan diyorum. Hayatın o en tatlı “bi 5 dakika daha uyuyayımlarını” yaşa. Çocuğun okulunu, kocanın işini, akşam yemeğinde bugün neler yapacağını, sürekli kirlenen evin nasıl temizleneceğini, komşuda görüp beğendiğin dantel takımlarını, örgü desenlerini hiç düşünmeden, melekler gibi uyu...

Yıllardır ister istemez soyunduğun rolün, geçen yılların, buruk tazminatı bu.


Herkese hayatını anlatmak için can atarsın. Rahatsızlığım sırasında doktorun kapısında sıra beklerken, hangi arada yanındaki, birkaç dakika önce tanıştığın kadına hayatını anlattın da onun, yıllardır kaynanasıyla hiç geçinemediğini, eltileriyle aynı evde yaşayıp birçok sorunu olduğunu öğrendin anne?
         
O kadına anlattığını duyduğum şeyleri artık herkes ezberledi. 3 yaşındayken, anne ve babanı kaybettin. Baban annene hep “seninle aynı gün ölcez” dermiş. Sığındıkları ağaca yıldırım çarpacağını sezecek kadar ileri görüşlüydü herhalde rahmetli. Toprakları bol olsun. 3 kez anne olup ikisinin büyüdüğünü gördün, sokaklarda oyun oynadıklarını, özellikle ufaklığın yediği dayaklar sonucu ağlayarak eve döndüğünü, sivilceli dönemlerinde sana karşı çıkıp bağırdıklarını, beni kimse anlamıyo deyip evi terk ettiklerini, bir süre sonra döndüklerini de...
         
Hâlâ niye pencerenin önünde, tek tük içtiğin uzun samsununu yakıp yol gözlüyorsun anne? Yıllardır bir şekilde ben, abim günün hangi saatinde olursa olsun evin yolunu bulduk. Yorgunduk, açtık, çaktırmamaya çalıştık ‘fondip’in etkilerini etrafa nane kokuları saçarak (sökmese de), daha az önce ayrılmıştık ömrümüzün sonuna kadar bırakmayacaklarımızdan, bize ‘yamuk’ yapan dost bildiklerimiz vardı, emeğin karşılığını vermeyen patronlar, karşı çıktığında vurulan, her renkten komünist damgaları... Ehliyeti yeni almış, teyibin sesini sonuna kadar açıp sevdiğimiz kızın sokağından geçmiştik defalarca, “artık ne sen varsın ne hatıralar, mezarım olacak bizim sokaklar” diyerek. Bazı günlerde arkadaşlarda kalıp ‘ders’ çalışıyorduk, çalışma masamızın üzerinde nedense kavun, beyaz peynir ve rakı kadehi... Hep kanımıza giren arkadaşlarımız vardı, “Pavyonda eşek anırsa alkışlanır sözünü” biz yaşayarak öğrendik. Hiç ara vermeyen hastalıklarında, üzüntüden iki arkadaşın kollarında döndük eve. Evlendik, evimiz evinin hemen yanındaydı, bir gün görmesek özlüyorduk, sabahın 4’ünde işe giderken bir taş alıp pencerene atmayı düşündük, olur da uyanır görürüz diye.
        
Uzaktayken hep aradın. Anlamsızca soruların vardı, dün ve önceki günlerde olduğu gibi, aldığın cevaplar benzerdi. Asıl niyetini telefonu kapatırken açıklıyordun: “bi sesini duyayım dedim”. O zaman anlamasak da biz, bir insanın sesini duymanın nasıl bir şey olduğunu ancak aşık olduğumuzda öğrendik.
       
Sen "acaba başlarına bir şey mi geldi?" diye düşünürken biz bunları yaşıyorduk.
       
Seni öpmemizi, sana sarılmamızı nedense sululuk saydığından ancak bayramlarda doyasıya hasret gideriyorduk. Bunca sevgiye rağmen bir mesafe vardı aramızda, aşılması için yıllar gereken…

Bazen senin hayatla ilgili hiçbir şey bilmediğini bu eve tıkılıp kaldığını düşünüyorduk. Karşında çocuklar gibi ağladığımda halimle ve hayatla ilgili sözlerine ve anlayışına ermek için, insanlar kütüphaneler deviriyor, yeryüzündeki tüm taşları kaldırıp tek tek bunların altına bakıyorlar.
       
Bu kadar enerjiyi nereden buluyorsun? Hiç bilmiyorum. Evin işi bitmez denir, bir de eve kusur bulmak için gelen komşular vardır. Bu yüzden her yer çok temiz olmalı, danteller kar gibi olmalı, poğaça pişkin olmalı, hamur iyi kabarmalı...

Anne, artık yaşlanıyorsun. Geçen sene unuttuk sanma mutfak senin unutkanlığın yüzünden yandı. Dün, çalışır haldeki elektrikli tost makinesini, yanan set üstü fırının üstüne koymuşsun, biz de diyoruz bu kokular tostan gelmez diye. Bana ıhlamur yapacaktın o koca poşeti aylardır bulamadın, kim bilir nereye koydun?

İyi bir işin olunca beni hacca yolla diyorsun ya öyle bir şey olursa ben seni Hawai’ye yollucam, bu dünyadaki öteki dünyayı gör diye.

Hassas olduğun noktaları bilirdik. Evlatların aç yatsın istemezdin, gecenin bir yarısı birkaç ima ile çift kaşarlı tostları, soslu makarnaları, çıtır çıtır patates kızartmalarını karşımızda buluyorduk. Her defasında “bak bir daha yapmam” diyordun.

Dağ gibi bulaşıklar hep seni bekliyordu...

Biz bu yüzden senden ayrılıp kendimize bir hayat kurduğumuzda çok aç kaldık, çöp eve benzeyen yerlerde yaşadık.

Biz kendimizi senin bizi sevdiğin kadar sevmedik, kendimize senin bize verdiğin değeri vermedik.

Dün saçlarını kısacık kestirip boyatmışsın. “Yaramaz çocuklara dönmüşsün afacan!” diye takıldım sana. Hikmet Hanım, saçlarını boyatma. Kapatmak istediğin beyazlıklar, pamuk gibi bir yüreğin yeşermesidir.

Seni hâlâ çok kırıyoruz, bağırıyoruz. Gözyaşlarını saklamak için mutfakta kendini işe verir gibi görünüp, toparlanıp, hiçbir şey olmamış gibi karşımıza çıkıyorsun.

Anne, tüm bunları zamanında sütünü içtik diye mi, çıplak halimizi, pipimizi gördün diye mi, yoksa karnında dokuz ay bekledik diye mi yapıyorsun? Bilmiyorum.
       
Ama bir insan bu kadar karşılıksız sevilmez anne, sen hangi devirde yaşıyorsun?

                                                                                         Eylül, 2003. Bursa

                                                                                                                                     

Hiç yorum yok: