16 Haziran 2011 Perşembe

Dismissed

Ekşisözlük’te bu kelime için güzel bir karşılık bulmuşlar: Uza!


Bana da aynen öyle demişlerdi.


Alnımda kocaman bir “dismissed” damgasıyla odasına gittiğim zat-ı muhterem ile aramızda “bak beyim, sana iki çift lafım var” şeklinde geçen Yaşar Usta tadındaki konuşmada, son cümleyi yine Itır Esen’in babası söylemişti:


-Eee hayat böyle bir şey…
 
***
Başka üniversitelerde usul nasıldır bilmiyorum ama Bilkent’ten atılan öğrenciler, notlarının bulunduğu sayfaya girdiklerinde karşılarında kocaman bir DISMISSED yazısı ile karşılaşırlar. Bu talihlilerden biri olarak son bir kez bölüm başkanı Talat Sait Halman ile yaptığım konuşma, uzun yıllar üçüncü dublem sonrası dost meclislerinde “bak yine başlayacak anlatmaya” şeklinde bir bıkkınlığa, sonunda krallığımın ilan edildiği bir sarhoş dandinisine dönüşmüştü. Hikâyeyi ilk dinleyenleri ise ilk Kültür Bakanı; Şekspir, Yunus çevirmeni, hümanist, aydın demokrat, "ilerici" bir insanın böyle bir şeyi nasıl diyebileceği yönünde tereddütler kaplıyordu.  

Efendim, akademik hayatın insanı birçok husustan bahsedip aslında hiçbir şey söylemeyen birine çevirdiğine şahitlik edenleriniz olmuştur. Şöyle de denebilir, böyle de savunabilir, it could be also pointed out that, it is indicated that cümlelerinden daralıp kendi bildiğini söyleme gafletinde bulunanların suçlandığı “bilimsel olmama” mevzusu, otoritenin elinde fantezisel işlev gören kırbaç gibidir. Gün gelir ne söyleyeceğinizi unutur, kendine ait fikir beyan edenlere şaşırır, her işin altında bir dipnot arar ya da en azından kaynakçada göstermesini beklersiniz. Sonrasında her şeyin en iyisini akademisyenlerin bildiğinin düşünüldüğü başka bir evreye geçilir. Geçenlerde masamda varlık vergisi ile ilgili bir kitabı gören akademisyen dostumuzun bana “bu kitabı neden okuyorsun ki?” diye sormasının temelinde kendisinin de belki farkında olmadığı bu dönüşüm yatıyor olabilir. 

“Atılım” sonrası ziyaretine gittiğim, merdivenlerinde yetiştiğim ve olayların eksik olmadığı Dil-Tarih gibi bir fakültede etliye sütlüye karışmadan bölüm başkanlığına kadar gelmiş hocamın bana dediği şu olmuştu:

-Ah be Güney, bir yerlere gelinceye kadar sussaydın ya!

Cevap da bu:

-Hocam o yer neresidir? Ve ya ben o yere gelinceye kadar söyleyeceğimi unutursam?

Bu konuşma bana şunu da düşündürtmüştür: Belki de bazı “yerlere” gelip hâlâ susanlar o yere hâlâ gelemediklerini düşünenlerdir, bu yüzden onlara kızmayalım.

Sizden iyi olmasın çok MLA bir hocamız vardı. İsmini zikredersem Talat Bey gibi hümanist değildir, dava açabilir. (Şimdi hakkını da yemeyeyim, pek de başarılı geçmeyen mülakat sonrasında bölüme alınmamda etkisinin olduğunu düşünsem de bu ilişki assolist ile pavyon sahibi arasındaki “seni ben yarattım” şeklinde de değildi. Bu arada mülakat esnasında yaşın da verdiği ukalalıkla atıp tutarken Hilmi Yavuz’dan gelen “Peki, Doğu nedir?” şeklindeki soru karşısında geçirdiğim kalp krizinin bir benzerini de askerdeyken yaşamıştım. Askeri teamüllerden hayli uzak bir halde, bir bayramlaşma esnasında bana “iyi bayramlar asker!” diyen tuğgenerali, mahalledeki manavım gibi selamlamış ve sonrasında bana ilk Türk ordusunun kuruluşundan günümüze kadar geçen zaman dilimi kadar uzun gelen o beş saniyeyi iliklerime kadar hissetmiştim. Bkz. Olips mavisi paşa gözü). Velhasıl zaman içinde hazret ile yaşadığımız sorunlar bölümün huzurunu kaçırma “suçuna” dönüşmüş, yargısız infazlar neticesinde kapının önüne konulmamı bildiren maili almıştım.

Sonrasında bölümden çeşitli nedenlerle atılan birçok kişi afla dükkâna dönse de ben ortada affedilecek bir şeyin olmadığını düşünerek böyle bir işe hiç kalkışmadım. 

Yıllar önce Melih Cevdet’in yazdığı “İçerdekiler” diye bir oyun izlemiştim. Bir yerinde bir insanın diğerine fikrini kabul ettirmeye çalışması faşizmdir diyordu. Faşizmin beni en yakan yanı, içinde taşıdığı elitizm olmuştur. Bazıları size öyle kibar davranır ki içiniz acır.

Dil-Tarih, bırakın bürokratik işlemlerin hemen tamamlanmasını, orta bahçedeki kantinde satılan ve şu an düşününce insana iğrenç gelen malzemeli gözlemesi için dahi fiş doldurmak durumunda kaldığınız bir yerdi. Öyle olunca atılımdan 2-3 ay sonrası askerliğimi tecil ettirmeye gittiğim şubede dismissed olduğum gün ilgili bilginin şubeye gönderildiğini ve 2 hafta sonra askere gideceğimi öğrendiğimde birazcık şaşırmıştım.


Bir gece saat 3 falan, arkamda sıra sıra dizili askerler, cezaevine nöbet değişimine gidiyoruz. Ben Forest Gump gibi bir durdum, şöyle bir etrafıma, askerlere, geride bıraktığımız köprüye, yaklaşmakta olduğumuz cezaevine baktım. Birkaç ay önce nelerle uğraşırken şimdi ne yapıyordum!

Sonra “yok ya, böyle iyi” deyip devam ettim, ediyorum…  


Hiç yorum yok: