19 Aralık 2018 Çarşamba

Neylersin ki çember daralmakta



Transit ve Rome filmlerini arka arkaya izledim. Transit’te Nazi orduları ülkeyi dalga dalga işgal ederken henüz ele geçirilmemiş Marsilya’yı görüyoruz. Yahudiler, solcular kaçmak için binbir yol denerken şehrin sakinleri alelade bir gün geçiriyor gibiler. İşe gidiyorlar, kafelerde toplanıyorlar, yemek yiyorlar, olup biteni izliyorlar. Sonuçta Naziler şehri ele geçirdiğinde bir tepki vermedikleri sürece başlarına pek bir şey gelmeyeceğinden emin gibiler. Ama diğerlerinde durum hiç de öyle değil. Konsolosluk kapılarına dayanıyor, parası olan kafelerde kıyamet gününü bekler halde, olmayan aç yatıyor, çoğu kaçak, bundan istifade etmeye çalışanların elinde rehin, böyle bir dönemde onurunu korumaksa büyük bir mesele. Rome’da ise yangın, deprem, sokak çatışmaları arasında, ortasında kişisel (sınıfsal?) hadiseleri izliyoruz. Bir kişi can verirken diğeri doğurmak üzere ve hastaneye yetişmeye çalışıyor, biri evlatlarına sarılırken diğerinin eli koynunda kalıyor. Filmlere verilen isimlere dahi bakıldığında bu konuların zamansızlığı söz konusu. Mesela, sere serpe uzandığımız ve “bütün yılın yorgunluğunu attığımız” sahillere belki de birkaç saat önce vurmuş cesetlerle, birkaç saat öncesine kadarki hayatlarla kurduğumuz / kuramadığımız ilişki. Taşrada, alt-orta sınıf bir ailede yetişmiş, kamusal imkânlar sayesinde okuyup etmiş, orta sınıfa mensup olmuş biri olarak (bunu, kimse bana olup biteni merkez-taşra ilişkisi yahut "sıradan insan" üzerinden anlatmaya kalkmasın diye yazdım) bu anlamda çok uzun bir süre derdim, sokakta kucağında çocuğu ile dilenen kadının yanından nasıl geçebildiğimdi yahut geçemediğim. Aynı dönemde dünyada yahut Türkiye’de olup bitenler, yaşanan sıkıntılar hakkında malumat sahibiydim ama hiçbiri o kadın gibi yolumun üstünde değildi ya da ben görmüyordum. Son yıllarda ise dünyada ve ülkede olup bitenler neticesinde Kürtleştim. Haklarının hoyratça elinden alınması, hiçe sayılmak, sabah akşam televizyonlarda ve gazetelerde, parkta sokakta  hakarete uğramak, aptal yerine konmak, maruz kalınan arsızlık, hayasızlık. Peki, bunlar karşısında ne yapıyorum ve ne yapıyoruz? Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insanı saymazsak durumumuz Marsilyalılardan hiç de farklı değil. Çok çok kötü, habis şeylerin yaklaştığını, hayatımızın içine girdiğini, hayatlarımızın içine ettiğini görüyor ve sabah işe gelip akşam eve dönüyoruz. Arkadaşlarımız hapse giriyor, biz girmiyorsak hayatımıza olduğu gibi devam ediyoruz. Acaba gerçekten böyle mi? Yoksa, Rome filmindeki gibi kendi hayatımızla ilgili başka meseleler de var ve biz diğer meselelerin yanından geçip gidiyor muyuz? Mesela, çocuğumuzun hastalığı nelerden daha önemli? Onun iyileşmesi bizi nelerden daha mutlu ediyor? İnsan olmamızla alakalı bir şey var da biz mi bilmiyoruz. Bu tür bunca zaman bu sayede mi hayatta kalmış yoksa? İlk ve tek derdi ne olursa olsun hep hayatta kalmak mıymış? Sonrası bir şekilde halloluyor muymuş? Bu sorulara verilecek cevaplarım var elbet ama ne kadarı hakiki ne kadarı avuntu onu bilemiyorum. Şahsen insanlık onuruna dair bildiğim birkaç değer var, onların gözetilmesi, muhafaza edilmesi ve mümkünse aktarılması görüşündeyim. Onlardan vazgeçilmemesi. Yitirme durumdaysa önerim Transit'teki mimar kadının son günü olabilir. Okullardaki tarih kitaplarını yeniden yazacak olsam bize yaptıkları gibi ilerlemeci bir anlayışı, şu anda yapmak istedikleri gibi gerileyici bir anlayış gibi terk ederdim. Kitabın girişine kocaman bir çember çizer ve insanlık tarihinin buna benzediğini anlatırdım.

Hiç yorum yok: