20 Eylül 2011 Salı

Yemeğinize devam ediyor musunuz?

Bayram gezmelerini severim. 

Küçük yaşlarda bile, kapılarına gittiğim eşin dostun beni içeri buyur edip, işte çay, kahve, tatlı, Allah ne verdiyse ikram etmesinden sonra yolcu etmesini beklerdim. Bir keresinde bir komşumuz bu beklentimi karşılamayıp kapıdan şeker tutup beni yolladığında eve gidip, “bana çocuk muamelesi yaptılar” diye ağladığımı biliyorum. Sonrasında onları uzun süre affetmemiş ve eşsiz bayram sohbetimden mahrum bırakmıştım.

Bu yılki bayram gezmelerimin çoğunda bir sohbet sıkıntısı yaşamadım. Hiçbir konu açılmazsa bıyık bırakmıştım, ya ondan bahsedecek yahut Fenerbahçe’yi konuşacaktım.

Bu yılki izlenimler şöyle:


Döke saça salçalı ekmek yiyen
çocuklar gibi bi gurme 
Anladım ki halk nazarında Sir Milor'e kıyasla Mehmet Yaşin'in yeri ayrı. Yaşin, gel deyince hemen sofraya bağdaş kuran insanlar gibi seviliyor. Milor daha böyle CHP gibi. Büfelerin evin yaşlısından daha çok hürmet gördüğünü bir kez daha fark ettim; kristal bardakta çay getirirler mi diye tedirgin oldum, aralarında orta sehpasındaki yapma çiçeklerin solduğu Gerçek Kesit evleri vardı, irkildim. Yılda bir, en kabadayısı iki kez gördüğüm insanların hal hatır sormazdan önce yine kilo aldığıma yahut verdiğime dair söylediklerine tanık oldum.

Kilo aldıysam demek ki hanım bana iyi bakıyordur (kahkaha atılır), yok verdiysem hanım bakamıyor (sessizlik).

Sonra bloğa yazarım diye içimden dedim ki:

Ya arkadaşım görüşmediğimiz zamanlarda ben kilo alıp vermek dışında başka şeyler de yaptım. Bir derdin tasan var mı diye sormak yok mu? Hem kilo aldıysam kendime aldım, sana ne oluyor? Beni yan apartmana kadar taşı falan mı diyorum sana? Kilo aldıysam evine kolera mikrobu da getirmedim ya? Mesela düşünüyorum da bu Orhan Pamuk'a da oluyor mudur? Adam Nobel almış, misal amcalarına gidiyor ve yengesi “aaa Orhan, kilo almışsın” diyor mudur acaba? Eh işte yenge roman falan, otur otur kilo alıyorsun… Aman yavrum Orhan iş olsun da... Evet, evet bu devirde işsizlik çok zor… Bir kilo muhabbetidir gidiyor.

Tamam, sağlık önemli, herkes Kıvanç Tatlıtuğ gibi olsun eyvallah ama dünyanın en temel meselelerinin kitlendiği yer bir insanın göbeği de değil ki? (Ben de bir zamanlar diyet yapmadım değil. Orta 2'ye gidiyorum ve gönül meseleleri ile ergenlik atbaşı gidiyorlar. Bir arkadaşım bana kızların arasında “şişko” dedi. 5 kilo doğduğumdan ve sonrasında aslımı inkâr etmediğimden böyle Orta Anadolulu vatan evlatları gibi gürbüz bir çocuktum. Sonrasında Sibel Can'ın bile halt yiyeceği bir diyete başladım. Şöyle ki, sabah neredeyse hiçbir şey yemiyorsunuz, öğlen bir Çokoprens. Açlıktan bayılır gibi olduğunuzda uyuyup zamanın geçmesini bekliyorsunuz. Akşam anne-babanız işten geldiğinde onlara yemek yediğinizi söyleyip sofradan kaçıyorsunuz. Netice 3-4 ayda 12 kilo ve ülkemizin ilk sıfır bedeni olmaya namzet bu kulunuz. Bu olaydan yıllar sonra, ‘ona kilo almak denmez depolamak denir’ dediğim bir dönemim var, o vakte ait fotoğraflarımı İsviçre’de bir bankanın kasasında tutuyorum.)

 
bir korku ögesi olarak
kristal çay bardakları


“Yemeğinize devam ediyor musunuz?” diye bir şey var ya, arkadaşlara da sorup ediyorum, bunu ilk kez ne zaman duyduklarını hatırlamıyorlar. Bunca yıldır yemek yiyen birisi olarak bu bana son 7-8 yılın hadisesiymiş gibi geliyor. Yani o kadar fakir bir çocukluk da geçirmedim ve yetti mi abi sorularının olduğu esnaf lokantalarının ötesine de geçmişliğim oldu. Ama bu çeviri cümlesinin hayatımıza bu rafine yeme içme muhabbetleri ile aynı dönemde girdiğini düşünüyorum. Geçen bir garsona ilk kez bu ifadeyi ne zaman kullandığını sordum da “bilmem abi, ben hep kullanıyorum” dedi. Sofra alışkanlıkları da öyle mesela… Amerikan servis kullanan insanımız gittiği sahil kasabasındaki pötikareli sofra bezlerine bayılıyor. 

Şimdi yıllarca dizilerde, filmlerde falan Amerikalıların kahvaltılarını izlemişiz. Çalışan anne ve baba telaşla kahvaltıyı hazırlarken (burada telaş eden genelde anne olur, baba bu esnada kravatını bağlar) çocuk iner ve okul servisine geç kaldığını söyleyerek dolaptan taze sıkılmış portakal suyundan kendisine bir bardak koyarak sepetindeki bebek kardeşin şaşkın bakışları arkasında arka bahçe kapısından kaybolur. Şimdi sorularım şöyle: Anne ve baba bir yandan işe yetişmek diğer yandan kalabalık aileyi doyurmakla cebelleşirken bu portakal sularını kim sıkıyor kardeşim? Alf mi? 

Biz yemeği beğenmediğimizde ve bu nedenle sofraya oturmadığımızda bunu da bulamayanlar var denirdi hep, yok muydu la bu Amerikalıların bir Afrikası?

Nate, bulaşıkları dolaba kaldırdıktan sonra yine düşünceli.

Bir de  bu okul servisleri nereye geliyor? Neden çocukları ön kapıdan almıyorlar? Ayrıca Bingöl balı diye bir şey varken bu mısır gevreği nedir arkadaşım? Yıllar önce Six Feet Under'ı izlerken evin büyük oğlu Nate böyle aylar yıllar sonra eve dönüyor. Annesi onu görünce çok mutlu olup hemen “aç mısın” diye soruyor? Nate evet cevabını verince de elleriyle hazırladığı mısır gevreğini koyuyor önüne ve o ruhsuz Nate de, “anne bunca yıldır yokum, yahu bir tas sıcak çorban da mı yok?” demeyip yumuluyor gevreğe! (Hayal ediyorum da ben öyle eve yıllarca gelmicem falan, sonra bir gün döndüğümde annem, -gece 4'te kalacak yer bulamayıp evimize gelen, verdiği rahatsızlıktan dolayı hicap duyan arkadaşıma o saatte 4 çeşit yemek çıkartan insan- önüme mısır gevreği koyacak… O günleri göreceğime gider Ömer Çelakıl ile Ferhat Göçer’in çalıştıkları hastanede bademciklerimi aldırırım daha iyi.

Bayram gezmelerimde bunları düşünecek çok fırsat buldum. Bir eve girin evladım, gençsiniz yavaş yavaş ödersiniz telkinlerinde bulunan ve her birinin mutfağında 37 ekran televizyon olan teyzelere “valla biz de düşünüyoruz ama…” derken sadece bir gezmede, arkamda Ağaoğlu'nu hissetmeden yaşamak istiyorum, cevabını verdim.  

Valla bana doyum olmaz ama daha kapımız çok.

(Arkadaşlar, yemeğinize devam ediyor musunuz? sorusunu ilk ne zaman duyduğuna dair görüş bildirenler arasında çekiliş yapıp kazanana spesiyalim güney bey-ti'den yapıcam, haberiniz olsun.)

 




4 yorum:

deniz dedi ki...

vallahi güney bey söylemeye çekiniyorum amma, ilkokulda iştahsızlık sorunum vardı efenim. onun için neredeyse her akşam yemeğinde, tatlılara geçmemize yakın saniye abla "devam ediyor musunuz deniz hanımcığım?" diye sorardı. zenginlik...

güney dedi ki...

vay anasını ya, kendimi hiç bu kadar koylü hissetmemiştim sayın deniz. uşakizadeler'den saniye hanım ile ikinizi yemeğe bekliyorum.

emre dedi ki...

"ben bunu ucundan kıyısından kemirerek yer gibi yapsam tüm gün başka bir şey ısmarlamadan otururum" düşüncesiyle pahalı kafenin menüsündeki en ucuz şeyi söylemem... garson abinin bir müddet sonra gelip tabağıma doğru bir hamle yapması aynı anda asabi bir şekilde "devam ediyor musunuz hanfendi" demesi... valla bu anlattığım olay 15 yaşımdan beri tekrarlanıyor. hizmet sektörü çalışanları müşteriyi kibarca kovmak istediklerinde bu cümleyi sık sık kullanıyorlar gibi, hı?

güney dedi ki...

şunu anladım ki izmir başka bir yermiş arkadaş. katipzadelerin katipzade olduğu zamanlardan cvalda yeter la üstüme gelmeyin. ülkenin izmir'den gerisi vericem valla kürtlere! bir daha dünyaya vedat milor'un büyükada'daki babaannesi olarak gelmek istiyorum.