25 Ocak 2011 Salı

Pis Burun Vurmasanıza Oğlum!


Şimdilerde seyyah olup şu alemi gezenlerimizin sayısı artsa da, uzun zaman batı ülkeleri ile aramızdaki mesafenin nedenine dair tartışmaların bir argümanı da şu olmuştur: “Aaabicim, batıdakiler bizim gibi değil; 18 yaşında elde çanta, evden çıkıp Nepal’e falan gidiyor adamlar, dünyayı dolaşıyorlar”.

Hal böyleyken doğup büyüdüğüm mahallede ise 18 yaşına gelenler, yaşlarını doldurdukları gün büyük bir hevesle ehliyete yazılıyorlardı... Mahallenin dar sokaklarında içi ferdi tayfur dolu, camlarına siyah bant çekilmiş, “tivitırlı”, tekerleklerine fazladan hava basılmış doğanlarla, şahinlerle cirit atan çocuklar, 18'inden sonra askere gitmek için gün sayar, gider şair olur, döner evlenir ve kel kalırlardı. Bense paranoyakça gözlemler yapar ve onlara bakıp önümdeki yüzyıllar için “not to do lists” hazırlardım...

Ülker 9 Kat'ın fındıklısı hâlâ çok sevdiğimi söylemiştim hatırlarsanız...

Küçükkene, annem vücudum biraz güneş görsün diye beni zorla sokağa iteklerken ona şunu bir türlü anlatamıyordum: Oyun demek başlı başına kazanan-kaybeden şeysiydi ve illa ki bir hile hurda olacaktı. Sonra ben kafamı yukarı kaldırıp hile yapan kişinin gölgesi altında ona diklenecek sonunda dayak yiyip eve dönecektim. Beni döven çocuk daha sonra Ülker 9 Kat'ın fındıklısı (limonlusu ve çileklisi varken, en çok fındıklıyı sevdiğimi öğretecek kadar çok dayak yemek var ben) ve annesi ile bize gelecek, benden özür dilerlerken hem sümüklerimi çeke çeke ağlayacak hem de gofreti götürmeye devam edecektim...


o gün "bana ne yaa! ben sarı-kırmızılı topla
fotoğraf çekinicem diğerini sen al!" zırlamalarıma
dayanamayan
abimle bir maç öncesi objektiflere poz verirken.

Şöyle adamakıllı insanlarla kaynaşabildiğim tek şey ise mahallemde kimse siyasete meraklı olmadığı için yine de futboldu. Kavga dövüş olsa da o gazla her şey unutuluyordu (ya da arkadaşlar Ülker çikolatalı gofreti de çok sevdiğimi zaten bilirlerdi).  Çocukluğumda futbol, 22 tane koca adamın bir topun arkasından koşturduğu bir şey değildi; kaç kişi bir araya gelebildiysek, ikiye ayrılıyorduk. Bu durumlarda en kötüsü maç yapacakların sayısının tek rakamlara denk gelmesiydi. Maçtan önce “aldım-verdim” ile takıma seçilmeye başlanan kişiler en iyisinden kötüsüne azalmaya başladıkça, o iki takıma da yar olmayacak, maçın dengesini bozacak, kenarda otursa “hadi oğlum biriniz çıksa da ben girsem” diye sizi sinir edecek eşik karakterin çilesi başlardı. Gözlemlerime göre takımlar paylaşıldıktan sonra ortada kalan adamlar ileriki yaşlarda bankacı ya da depocu oluyorlar. Daha sonra onlar üzerine geniş bir araştırma yapmak istiyorum hastane yetkilileri izin verirse.

Teferrüç mahallesi sakinleri, çam ağaçlarıyla kaplı alanda, ağaçlarının hiçbirine zarar vermeden hatta onların defansif özelliklerinden ve verkaç yeteneklerinden de yararlanarak kendilerine özgü bir futbol tarzı geliştirmişti. Abim ve arkadaşları bazı maçlarda beni defansa koyar, ben de milletin bacaklarına yapışır, üzerlerine atlar, ağlar sızlar rakibe göz açtırmazdım (eskiden acıma diye bir şey vardı). Bu sahada, gençliğinde kavgalarda attığı kafalarla ünlü babamın mahalle maçlarında bu becerisini gol noktalarında da gösterdiğini hayal meyal hatırlarım.  

Yıl 1988… Annemle büyük amcanın eşi Emine Yengelere gitmişiz ve ikimiz de hayli tedirginiz... Çünkü o esnada 3-0'ın rövanşında Galatasaray sahasında Neuchatel Xamax ile karşılaşıyor ve turu geçmemiz mucizelere bağlı. Annem Emine Yenge'yi dinler gibi yaparken, benimse tüm dikkatim aşağıdaki kahvehaneden gelen bağırışlarda. Ben "3-0 oldu anneee!" diye bağırınca milletin şaşkın bakışları arasında, apar topar kalkışımız ve maçın sonuna yetişmek için yollarda kan ter içinde koşuşumuz hala aklımda. Çok şükür ki Tanju'nun son gölüne yetişebilmiştik!

Sonra bir kış günü, sobanın yanında sinmişim, hastayım, battaniyelere sarılmışım, tek odası ısınan ve içerisinde portakal yenen tüm evler gibi bir hava var içeride. Prekazi 30-35 metreden Monaco'ya o müthiş golü atmış! Sonraa... Ne? Saatim mi doldu?

Neyse, çocukluğunla ilgili bir şey anlat deseler aklıma çoğunlukla bunlar gelir Doktor Bey. Çok çocuk oldum ben.

***
Dikkat! Bundan sonrası acıklı hikayeler, didaktik anlatılar barındırır...

Her genç 80'linin başına geldiği gibi “top sahamız” içinde Ferdi Tayfur'un yeğeni Aydoğan Tayfur ile Küçük İbo kreasyonundan bir veletin sabahlara kadar şarkı söylediği bir çay bahçesine dönüştürüldü.

Memlekette de zamanla iki taşı koyup kale yapacak boş bir yer kalmadı netekim.  

Futbol denen şey ise Sekiz Mesut ile olsun, ya da daha önce bahsi geçen hikayedeki gibi bir şekilde devam etti. Halı saha denen o yapma dünyadan endüstriyel futbola geçişleri hem okuduk, hem yazdık yalan transferler, kötü futbol, köpkötü yorumcular, bir zamanlar o sahalarda Baba Hakkı'nın da top oynadığını unutan topçular, yöneticiler sizden bezdik, Karıncaezmez Şevki'yi ise elbirliğiyle öldürdük!  



Geçtiğimiz haftalarda anılarına mekan olmuş çam ağaçlarına veda edip, siteye taşınırken doğru dürüst ne ayrılmayı ne de kavuşmayı becerebildiğimizi düşündük.

Bilenler bilir, mahalle maçlarında "pis burun" diye tabir edilen şekilde topa vuranlar ayıplanırdı, oyuna alınmaz ya da buna ısrar ederse maç orada biterdi. Me-se-le top-un çiz-gi-yi geç-mesi değil-di me-se-le.  Şimdi buradan yetkililere sesleniyorum:  Pis burun vurmayın oğlum!  Ve Cezmi Ersöz, sen de git sigaranı başka yerde söndür!








3 yorum:

emre dedi ki...

maçın sonuna yetişmek için apar topar yollara düşen bi veletle annesi :))))) aklıma geldikçe gülüyorum.

güney dedi ki...

hikmetinden sual olunmaz annem bir dönemler misafirleri fikstüre bakıp öyle kabul ederdi.

güney dedi ki...

ulubay, yorumlar yazar tarafından silindi diyor, acep nedendir?