26 Haziran 2013 Çarşamba

işte bu bizim hikayemiz, öyle saf öyle temiz (#direngeziparkı I)

Eşten, dosttan "nasıl gidiyo?" diye soranlara "nasıl olsun, işten eve evden işe" derken muhabbet, "iyiyiz abi, işte Gezi'deyiz. Gün aşırı gaz yiyoruz. Senden n'aber?" halini aldı. 

Yıllar önce üniversitede sürekli peşinden koşturarak bana 70’li yıllardaki devrim anılarını anlatmasını istediğim hocam bir gün, “her kuşak kendi değerini yaratır, sen de öyle yap” demişti. Ben de topun kaleme doğru tıngır mıngır gidişini tekrar tekrar izlemiştim. Bir keresinde de aynı bilge adam "biz sokaklarda devrim yapmaya çalışırken şu şarkıcı Alpay var ya hani, Eylül’de gel. Adam o esnada müziğinde devrim yapmış" diyerek beni uzun yıllar kontrpiyede bırakmıştı.  

Bazı tanımlar vardır ve içeriğinin değişmesi için böyle zamanlar gerekir (bkz. TDK, 'çapulcu', 'darbe' maddeleri.) Bu yaşananlardan da devrim diye bahsetmemin nedenleri muhtelif. Çünkü yıllardır pozitif düşünce kitaplarında yazan 'kendi devrimini yap' şeysini biber gazı yiye yiye gerçekleştirmek her halka nasip olmaz.

Bir gün işe gitmek üzere evden çıkıp elimde BİM’den 25 kuruşa aldığım suları LGBT standına bıraktıktan sonra meydana çıktım ve kulağıma piyano sesleri gelmeye başladı. AKM üstüne ve çevreye asılan paçavralar, 348 saattir durmadan “özgürlük mahkumları” halayı çeken “benim Kürt kökenli kardeşlerim” ve anıtın oradan gelen piyano sesi... Yıllardır İstanbul, medeniyetlerin köprüsü yazılarından, afişlerinden spazm geçiren biri olarak,  'ben öldüm de şu anda iki tarafı birbirine bağlayan köprüden geçiyorum herhalde' dedim. O ana kadar Taksim’deki tek mutlu anım, AKM köşesindeki devasa ekranda, “Drogba Galatasaray’da” haberini görmem olmuştu. 

***
TOKİ’den ev alırsın ama cenazene gecekondudan arkadaşların gelir.

Ne yaşadık ettik, yazmamız lazım. Komşunun çocuğuna bundan iyi miras bırakamayız.  

Günün birinde diyelim çocuğum olmuş, arkadaşları bize gelmiş. Oturmuş yemek yiyoruz, ben bir taraftan da fanilam sırtımda rakımı içiyorum. “Güney amca, peki o günlerde siz ne yaptınız? diye sorulacak o güne kadar  beklemektense yazayım diyorum. Herkeş yazsın. İleride, şehrin ortasını kurtarılmış bölge yaptığımız bu günleri hakikatten yaşadığımıza inanamayabiliriz. 




Benim olaylara yekten dahlim 31 Mayıs sabahı, çadırların yakılıp parktakilerin dışarı atılmasıyla oldu. Polis barkı bariyerlerle kapatmış, arkasına geçmiş. Ortada biz zamanlar bulunan köprü yıkılmış. Biz de karşı taraftayız, basın açıklamasını bekliyoruz. Ahmet Şık’la Zeynep Kural, hayatın cilvesi yan yana durmuş fotoğraf çekiyor. Sonra Divan Otel’in önüne geçiyoruz ve yerde kriz geçiren bir kadın var. Onu otele taşımak için otelden sedye istiyoruz, bavul taşıma arabası geliyor. O esnada da polis karşıdan gaza suya abanıyor. Biz arabanın üstüne çıkıp, ablamız ezilmesin diye uğraşıyoruz. Ben yani sabah işe gitmek üzere evden çıkan ben, ablanın otele sokulmasından sonra ortada kalıp onun yerdeki şalını ağzıma dolayıp Elmadağ tarafına kaçmaya çalışıyorum. Önüme çıkan toma’dan kurtulup ara sokaklarda gerçekten varlığından ilk kez haberdar olduğum partili çocuklarla, “KAHROLSUN FAŞİZM!” diye bağırıyorum. Aynı ben, sanki 2 kilo gaz yememiş, Pazar sabahı kahvaltı alışverişine çıkmışım gibi bir bakkala girip, "bi su alabilir miyim, soğuk olmasın ama" diyorum. Sonra “teşekkür ederim, hayırlı işler” diyerek de dükkandan çıkıyorum. (Bu arada kadını içeri taşıyanlardan biri de fazla insanlığından polis megafonuyla çağrı yapıp linç edilmek istenen Hayko Bağdat’tı.) 

Akşam 7’deki çağrı için ofisten çıkıp kapı önümüzde gerçekleşen olaylara palas pandıras katıldık. Çok masumduk. İlk gazları yedikten sonra fena dağıldık, ara sokaklarda limon, süt kendimize geldikten sonra nokia’mı çıkartıp, “şimdi bittiniz oğlum!” dedim ve önü arkası kesilmeyecek tivitlerime başladım.

Ertesi sabah hanımla, artık türlü deneyim sahibi olduğumdan  talcid'li fısfısı hazırlayıp yola koyulduk. Amacımız metro ile Şişhane’ye gidip oradan Taksim’e geçmekti. Metronun önünü tutan iki sivile “metro çalışmıyor mu acaba?” diye soracak kadar masumduk. Hep etraftan duyuyorduk, "gaz maskesiz çıkmayın, gaz maskesiz çıkmayın" diye. Ulan neymiş bu gaz maskesi derken köşedeki bir abiden tanesi 3 liraya satın aldık ve "3 liraya gaz maskesi mi olurmuş lan?" diye sormamıza vakit kalmadan gazlandık ve bir eczaneye sığındık. İçeride astım hastası bir çocuk, nüfus cüzdanını tezgaha koymuş, “abi yanımda param yok, şunu al sen, sonra getiririm” diye eczacıya yalvarıyordu. O da "ben burada çalışanım, bunun hesabını benden sorarlar" diyordu. "Kaç lira" dedik, "7" dedi. Ondan sonra adamın üzerine paralar ve kredi kartları yağmaya başladı. 

Baktık Harbiye’den giriş yok, gerilla dostlarla Maçka’dan Kabataş’a inip oradan Cihangir’e çıktık. Cihangir’in kendisi film setiydi artık: Apocalypse Now.

Polis kafaya kafaya gönderiyor, bağzı artisler göğüsleriyle yumuşatıp geri yolluyorlardı.

Sonra Sıraselviler'i geçtik ve İHD ile okey’leştikten sonra parka girdik.

Gezi Parkı’na girme hakkını kazandıktan ve meydanda Çarşı’nın “koyduk mu? tezahüratlarına karıştıktan sonra yine gazlandık, yandık, piştik, elhamdülillah. Parkın Divan Otel tarafına kaçtıktan sonra da Hyatt Regency tarafından gaz ihtiyacımız karşılanmaya devam etti.

Tükenmiş halde bir ağaca yaslanıp arkadaşlara “LÜTFEN FACEBOOK’TAN, BİR YERLERDEN YAYIN, BİZİ BİR DAHA SIKIŞTIRIRLARSA KAÇACAK YER YOK. İNSAN ÖLECEK!” diye can havliyle mesaj attım. Aralarında misal Ankara’dan yahut Bursa’dan arayanlar, “Korkmayın, televizyonlar canlı yayına geçti. Polis çekiliyor!” dediler. O esnada polisse mesaisine devam ediyordu. Hadi onları anlamıştım da 1 saat önce Cihangir’de gazlanıp ara sokaklara dağıldığımız ve sonrasında olayları ekran başında izleyen arkadaşlarımdan biri arayıp yine aynı şeyleri söyleyince çok şaşırdım. Herhalde ben yanlış görüyorum deyip kendime geleyim diye yüzüme talcid’li su sıktım.

Sonrasında Harbiye tarafından da girişler oldu ve sığındığım ağacın etrafı Mustafa Kemal’in askerleriyle doldu. Ölürüm de buradan artık kalkamam derken, hadi la gidiyoruz deyip tekrar havuzun oraya geçtik. Oturmaya yer aradık, bulamadık. Ve o esnada, ileride BM’nin girişine safranla yazılacak konuşmamı yaptım: “Devrim yapmak böyle bir şey, önce yapıyorsun sonra da oturacak yer bulamıyorsun.” Sonra şurada yeni ekilmiş fidanlar var bari onları yerinden sökelim de oturalım dedim. Gözünden yaş gelmiş, yüzü yanmış insanlar güldüler.

***

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta 
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Haşim, işte o esnada merdivenlerde bir boşluk gördük. O boşluk giderek doldu ve biz olduk. Orası bizim ana vatanımız oldu. 15-20 gün hiç kalkmadık. Kalktıysak karşı merdivenlere geçtik. Neticemiz düzleşti, arada bir kalkıp yürüdük ettik, kısmi yoga yaptık ama merdivenleri terk etmedik.

O günkü aksiyon yetmemişti ve Beşiktaş’a inip #occupyteras yapalım dedik. Olmadı. Kapı pencere açamazken dışarıya birkaç defa çıkma denemelerimiz göz yaşıyla neticelendi. Bu sefer o gün en az 214 kişiye şifa olmuş fısfısım da işe yaramıyordu. Devlet beni durduracak yöntemi bulmuştu: Portakal gazı. Başbakanlık binasını yakacaklar haberini alan polisler, semti iyi bilmediklerinden Şair Nedim’deki evlerin içine kadar gaz attılar.

Pazar günü, evimizdeki sığınmacılarla parka gittik ama bende artık hal kalmamıştı. Çocukluğumdan beri döne döne okuduğum Sait Faik’in Mahalle Kahvesi'ni (bilgi yayınevi basımı) yanıma alıp okuyayım dedim. Sonrasında koştura koştura eve gittim, bayıldım amman.

Ertesi gün doktora gittiğimde, bekleme yaparken, TGRTHaber açıktı ve olayları malum şekilde anlatıyordu. Oradaki belediye işçilerine, bu görüntülere inanmayın, yalan söylüyorlar dediğimde inanır gibi olmuşlardı. Sonrasında tam çıkarken içlerinden biri “devlet ne yaparsa en iyisi yapar” gibisinden bir şey söyleyince, “siktirin gidin!” diye bağırdım. Hakikatten gittiler. Doktorun odasına bir hışımla girdim ve olanları anlattım. Öyle bir ilgilendi ki, hemen bir rapor yazayım dedi vs.. Tam çıkacakken, “sakın bırakmayın güney size güveniyoruz” diye seslendi. İşte yıllardır beklediğim sahne buydu, döndüm ve, “şimdi bırakırsak bir daha hiç başlayamayız” dedim ve istifimi bozmadan odadan çıktım.  

   



Hiç yorum yok: