Eşten, dosttan "nasıl gidiyo?" diye soranlara "nasıl olsun, işten eve evden işe" derken muhabbet, "iyiyiz abi, işte Gezi'deyiz. Gün aşırı gaz yiyoruz. Senden n'aber?" halini aldı.
Yıllar önce üniversitede sürekli peşinden koşturarak bana 70’li yıllardaki devrim anılarını anlatmasını istediğim hocam bir gün, “her kuşak kendi değerini yaratır, sen de öyle yap” demişti. Ben de topun kaleme doğru tıngır mıngır gidişini tekrar tekrar izlemiştim. Bir keresinde de aynı bilge adam "biz sokaklarda devrim yapmaya çalışırken şu şarkıcı Alpay var ya hani, Eylül’de gel. Adam o esnada müziğinde devrim yapmış" diyerek beni uzun yıllar kontrpiyede bırakmıştı.
Yıllar önce üniversitede sürekli peşinden koşturarak bana 70’li yıllardaki devrim anılarını anlatmasını istediğim hocam bir gün, “her kuşak kendi değerini yaratır, sen de öyle yap” demişti. Ben de topun kaleme doğru tıngır mıngır gidişini tekrar tekrar izlemiştim. Bir keresinde de aynı bilge adam "biz sokaklarda devrim yapmaya çalışırken şu şarkıcı Alpay var ya hani, Eylül’de gel. Adam o esnada müziğinde devrim yapmış" diyerek beni uzun yıllar kontrpiyede bırakmıştı.
Bazı tanımlar vardır ve
içeriğinin değişmesi için böyle zamanlar gerekir (bkz. TDK, 'çapulcu', 'darbe' maddeleri.) Bu yaşananlardan da devrim diye bahsetmemin nedenleri muhtelif. Çünkü yıllardır pozitif
düşünce kitaplarında yazan 'kendi devrimini yap' şeysini biber gazı yiye yiye
gerçekleştirmek her halka nasip olmaz.
Bir gün işe gitmek üzere
evden çıkıp elimde BİM’den 25 kuruşa aldığım suları LGBT standına bıraktıktan
sonra meydana çıktım ve kulağıma piyano sesleri gelmeye başladı. AKM üstüne ve
çevreye asılan paçavralar, 348 saattir durmadan “özgürlük mahkumları” halayı
çeken “benim Kürt kökenli kardeşlerim” ve anıtın oradan gelen piyano sesi... Yıllardır İstanbul, medeniyetlerin köprüsü yazılarından, afişlerinden spazm geçiren biri olarak, 'ben öldüm de şu anda iki tarafı birbirine
bağlayan köprüden geçiyorum herhalde' dedim. O ana kadar Taksim’deki tek mutlu anım, AKM köşesindeki devasa ekranda, “Drogba Galatasaray’da” haberini
görmem olmuştu.
***
TOKİ’den ev alırsın ama cenazene gecekondudan arkadaşların gelir.
Ne yaşadık ettik, yazmamız lazım.
Komşunun çocuğuna bundan iyi miras bırakamayız.
Günün birinde diyelim çocuğum
olmuş, arkadaşları bize gelmiş. Oturmuş yemek yiyoruz, ben bir taraftan da
fanilam sırtımda rakımı içiyorum. “Güney amca, peki o günlerde siz ne yaptınız?
diye sorulacak o güne kadar beklemektense yazayım diyorum. Herkeş yazsın. İleride, şehrin ortasını kurtarılmış bölge yaptığımız bu günleri hakikatten yaşadığımıza inanamayabiliriz.
Benim olaylara yekten dahlim 31
Mayıs sabahı, çadırların yakılıp parktakilerin dışarı atılmasıyla
oldu. Polis barkı bariyerlerle kapatmış, arkasına geçmiş. Ortada biz zamanlar
bulunan köprü yıkılmış. Biz de karşı taraftayız, basın açıklamasını bekliyoruz.
Ahmet Şık’la Zeynep Kural, hayatın cilvesi yan yana durmuş fotoğraf çekiyor.
Sonra Divan Otel’in önüne geçiyoruz ve yerde kriz geçiren bir kadın var. Onu
otele taşımak için otelden sedye istiyoruz, bavul taşıma arabası geliyor. O
esnada da polis karşıdan gaza suya abanıyor. Biz arabanın üstüne çıkıp, ablamız
ezilmesin diye uğraşıyoruz. Ben yani sabah işe gitmek üzere evden çıkan ben, ablanın
otele sokulmasından sonra ortada kalıp onun yerdeki şalını ağzıma dolayıp
Elmadağ tarafına kaçmaya çalışıyorum. Önüme çıkan toma’dan kurtulup ara
sokaklarda gerçekten varlığından ilk kez haberdar olduğum partili çocuklarla,
“KAHROLSUN FAŞİZM!” diye bağırıyorum. Aynı ben, sanki 2 kilo gaz yememiş, Pazar
sabahı kahvaltı alışverişine çıkmışım gibi bir bakkala girip, "bi su alabilir
miyim, soğuk olmasın ama" diyorum. Sonra “teşekkür ederim, hayırlı işler” diyerek de dükkandan çıkıyorum. (Bu arada kadını içeri
taşıyanlardan biri de fazla insanlığından polis megafonuyla çağrı yapıp linç
edilmek istenen Hayko Bağdat’tı.)
Akşam 7’deki çağrı için ofisten
çıkıp kapı önümüzde gerçekleşen olaylara palas pandıras katıldık. Çok masumduk.
İlk gazları yedikten sonra fena dağıldık, ara sokaklarda limon, süt kendimize
geldikten sonra nokia’mı çıkartıp, “şimdi bittiniz oğlum!” dedim ve önü
arkası kesilmeyecek tivitlerime başladım.
Ertesi sabah hanımla, artık türlü deneyim sahibi olduğumdan talcid'li fısfısı hazırlayıp yola koyulduk. Amacımız metro ile
Şişhane’ye gidip oradan Taksim’e geçmekti. Metronun önünü tutan iki sivile “metro çalışmıyor mu acaba?” diye soracak kadar masumduk. Hep etraftan duyuyorduk, "gaz maskesiz çıkmayın, gaz maskesiz çıkmayın" diye. Ulan
neymiş bu gaz maskesi derken köşedeki bir abiden tanesi 3 liraya satın aldık ve "3 liraya gaz maskesi mi olurmuş lan?" diye sormamıza vakit kalmadan gazlandık ve bir eczaneye sığındık. İçeride astım hastası bir çocuk, nüfus
cüzdanını tezgaha koymuş, “abi yanımda param yok, şunu al sen, sonra getiririm”
diye eczacıya yalvarıyordu. O da "ben burada çalışanım, bunun hesabını benden
sorarlar" diyordu. "Kaç lira" dedik, "7" dedi. Ondan sonra adamın üzerine paralar ve
kredi kartları yağmaya başladı.
Baktık Harbiye’den giriş yok, gerilla dostlarla Maçka’dan Kabataş’a inip oradan Cihangir’e çıktık. Cihangir’in kendisi film setiydi artık: Apocalypse Now.
Baktık Harbiye’den giriş yok, gerilla dostlarla Maçka’dan Kabataş’a inip oradan Cihangir’e çıktık. Cihangir’in kendisi film setiydi artık: Apocalypse Now.
Polis kafaya kafaya gönderiyor, bağzı artisler
göğüsleriyle yumuşatıp geri yolluyorlardı.
Sonra Sıraselviler'i geçtik ve İHD ile okey’leştikten sonra parka girdik.
Gezi Parkı’na
girme hakkını kazandıktan ve meydanda Çarşı’nın “koyduk mu? tezahüratlarına karıştıktan sonra yine gazlandık, yandık, piştik, elhamdülillah. Parkın Divan
Otel tarafına kaçtıktan sonra da Hyatt Regency tarafından gaz ihtiyacımız
karşılanmaya devam etti.
Tükenmiş halde bir ağaca yaslanıp
arkadaşlara “LÜTFEN FACEBOOK’TAN, BİR YERLERDEN YAYIN, BİZİ BİR DAHA
SIKIŞTIRIRLARSA KAÇACAK YER YOK. İNSAN ÖLECEK!” diye can havliyle mesaj attım.
Aralarında misal Ankara’dan yahut Bursa’dan arayanlar, “Korkmayın,
televizyonlar canlı yayına geçti. Polis çekiliyor!” dediler. O esnada polisse
mesaisine devam ediyordu. Hadi onları anlamıştım da 1 saat önce Cihangir’de
gazlanıp ara sokaklara dağıldığımız ve sonrasında olayları ekran başında
izleyen arkadaşlarımdan biri arayıp yine aynı şeyleri söyleyince çok şaşırdım.
Herhalde ben yanlış görüyorum deyip kendime geleyim diye yüzüme talcid’li su
sıktım.
Sonrasında Harbiye tarafından da
girişler oldu ve sığındığım ağacın etrafı Mustafa Kemal’in askerleriyle doldu.
Ölürüm de buradan artık kalkamam derken, hadi la gidiyoruz deyip tekrar havuzun
oraya geçtik. Oturmaya yer aradık, bulamadık. Ve o esnada, ileride BM’nin girişine safranla
yazılacak konuşmamı yaptım: “Devrim yapmak böyle bir şey, önce yapıyorsun sonra
da oturacak yer bulamıyorsun.” Sonra şurada yeni ekilmiş fidanlar var bari
onları yerinden sökelim de oturalım dedim. Gözünden yaş gelmiş, yüzü yanmış
insanlar güldüler.
***
Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta |
Haşim, işte o esnada
merdivenlerde bir boşluk gördük. O boşluk giderek doldu ve biz olduk. Orası
bizim ana vatanımız oldu. 15-20 gün hiç kalkmadık. Kalktıysak karşı merdivenlere
geçtik. Neticemiz düzleşti, arada bir kalkıp yürüdük ettik, kısmi yoga yaptık
ama merdivenleri terk etmedik.
O günkü aksiyon yetmemişti ve
Beşiktaş’a inip #occupyteras yapalım dedik.
Olmadı. Kapı pencere açamazken dışarıya birkaç defa çıkma denemelerimiz göz
yaşıyla neticelendi. Bu sefer o gün en az 214 kişiye şifa olmuş fısfısım da işe
yaramıyordu. Devlet beni durduracak yöntemi bulmuştu: Portakal gazı.
Başbakanlık binasını yakacaklar haberini alan polisler, semti iyi
bilmediklerinden Şair Nedim’deki evlerin içine kadar gaz attılar.
Pazar günü, evimizdeki
sığınmacılarla parka gittik ama bende artık hal kalmamıştı. Çocukluğumdan beri
döne döne okuduğum Sait Faik’in Mahalle Kahvesi'ni (bilgi yayınevi basımı)
yanıma alıp okuyayım dedim. Sonrasında koştura koştura eve gittim, bayıldım
amman.
Ertesi gün doktora gittiğimde,
bekleme yaparken, TGRTHaber açıktı ve olayları malum şekilde anlatıyordu. Oradaki
belediye işçilerine, bu görüntülere inanmayın, yalan söylüyorlar dediğimde
inanır gibi olmuşlardı. Sonrasında tam çıkarken içlerinden biri “devlet ne
yaparsa en iyisi yapar” gibisinden bir şey söyleyince, “siktirin gidin!”
diye bağırdım. Hakikatten gittiler. Doktorun odasına bir hışımla girdim ve
olanları anlattım. Öyle bir ilgilendi ki, hemen bir rapor yazayım dedi vs.. Tam çıkacakken, “sakın bırakmayın güney size güveniyoruz”
diye seslendi. İşte yıllardır beklediğim sahne buydu, döndüm ve, “şimdi
bırakırsak bir daha hiç başlayamayız” dedim ve istifimi bozmadan odadan çıktım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder