12 Haziran 2012 Salı

İğne


Ekim 2002
Ankara, DTCF

Televizyonda bir psikolog şöyle diyordu: “Çocuğunuzun yaşı kaç olursa olsun, odasına girmeden önce kapısını çalın. Bu olay onda, burası benim alanım, alanıma ve bana saygı gösteriliyor düşüncesi uyandırır. Çocuğun sağlıklı bir birey olmasında bu olay çok etkilidir.”

Herhalde, aidiyet duygusu kazanmayayım diye, küçükken annem beni misafir odasına yatırırdı. Niyeti önceden belirlenmiş bir alanda yaşamak... Belki de annem, hepimizin bu âlemde “bir ömürlük misafir” olduğunu çok küçük yaşlarda öğrenmemi istedi. Fakat ben bu “tasavvufi” düşünceye rağmen, orada Nazım’ın Memet’e tavsiyesi gibi, babamın eviymiş gibi yaşadım. Uzun zaman kendime ait bir alanım olmadıysa da kendime ait bir dünyam, bir iğnenin ucunda bile olsa her zaman oldu. Yatağım uzun yıllar iki koltuğun birleşmesinden oluştu, şöyle okul dönüşü kendimi atacağım bir odam, duvarlarında zekamı geliştirecek, bana duygu zenginliği katacak imgeler yoktu. Zaten odanın rengini de annem belirliyordu, bense rengarenk âlemimdeydim. Geniş bir hayal gücüm, annemle paylaşamadığım bir iğne ucum vardı. Bu yüzden beni, benim kadar çocuk, yengem büyüttü. Alt katımızda oturuyorlardı, aramızdaki tek fark ise, patates kızartması yapabilmesi ve bunu bakır bir tepside, sürme peynir, tereyağı ve çayla sunabilmesiydi.


Bir dönem, evdekilerle yaşadığım hayali kuşak çatışmaları nedeniyle evimin hemen alt katında ama ailemden ayrı yaşadım. Oyunlarda ütülen, kavgalarda dayak yiyen taraftım. Leblebi tozu hep boğazıma kaçardı. Zaten fazla dışarı çıkmayıp genelde evde “takılıyordum”. Doğduğumda beş kiloymuşum; sonraki dönemlerde perhiz yapmayı, doğallığı sevdiğimden olsa gerek, hiç düşünmedim. Yanağım kan kırmızısı ve tam “makaslıktı”. Beni hep döverek sevdi parmakları yaprak sarması kalınlığındaki sadist teyzeler, ısırırlardı severken beni ama hiç canım acımazdı, belki de hoşlanırdım bundan... Yaz kış çıkarmadığım kırmızı botlarım vardı, modaya ve mevsim normallerine hiç uyum sağlayamadım. Birini, bir şeyi çok zor sever ama bir de ona çok alışırsam, ölene, öldürene dek bırakmazdım. Annemle gittiğimiz ev gezmelerinde, bakkalı ararken kaybolurdum, cami anonsları ile bulurlardı beni, ben belki de kendi tarifime uymak isterdim.

İnsanın kendine ait bir odası olmayınca bir müzik tarzı da olmuyor. Belki de bu yüzden, gittiğimiz ev gezmelerinde masanın üstüne çıkıp Bülent’ten Zeki’den nağmeler sundum.
Evimizi yapanların, inşaat işini bizim evde öğrendiklerini söylerdi babam. Plansızlıktan olsa gerek, çok geniş bir balkonumuz vardı. Balkonu ikiye bölüp bir tarafına oda yapmaya büyüklerimiz karar verdiğinde dünyam değişti. Anam: “Bu kadar misafirlik yeter” dedi.
Hiçbir şey anlamamıştım. Neyse dedim, artık kendime ait “reel” bir yaşam alanım, poster vs. yapıştırabileceğim duvarlarım olacaktı. Yıllardır eve gelen misafirlerin örneğini aldığı dantel takımlarıyla iç içe büyümüştüm. Dönüşüm yaşayacak, modern, dünya vatandaşı olacaktım. Oda yapılıncaya kadar hangi köşesine ne asarım, neyi nereye koyarım, diye düşünmüş; hediyelik eşya satan yerleri odama uygun bir şeyler bulmak için turlamıştım. Kalaslar çakıldı, beton atıldı, badana bitti ve karşımda “Yeni Hayat” duruyordu. Bundan sonra kendi alanımda yaşayacaktım fakat büyük bir sorunum vardı: Oda arkadaşım, ergenliğinin en sivilceli dönemini yaşayan ağabeyimdi.
gel ferdi kapıda kalma, oda senin zaten

Odanın inşaatının bittiği günün akşamında, ertesi gün odada yapacaklarımı düşünerek erkenden uykuya daldım. Uyandığımda neredeyse kalp krizi geçirecektim! Ağabeyim odanın her tarafını, hislerine şarkılarıyla tercüman olan Ferdi Tayfur’un bulabildiği tüm poster ve kartpostallarıyla doldurmuştu. Ferdi çölün ortasında; Ferdi, kahyanın oğlu, Ferdi banyodan yeni çıkmış, havlusu omzunda, saçları nemli; Ferdi birazdan bitirimleri dağıtacak, uzun beyaz atkısı omzunda... Ferdi de Ferdi... Hepimiz biraz “ferdi” olmuştuk. Birey olayım derken “Ferdi” ile karşılaşmıştım. Ağabeyim işten, gezmeden eve geliyor, bir şeyler yedikten sonra odaya giriyor ve Ferdi’nin üç beş şarkısını dinlemeden yatmıyordu. Şarkıların konusu, adamın acıklı sesi, hayal dünyamı altüst etmişti. Kendimi, hiç tanımadığı biri için aşk acısı çekmeye zorlanmış gibi hissediyordum. Ferdi’nin tüm kasetlerini dinlemekle ve filmlerini bir uyuşturucu bağımlısı gibi defalarca izlemekle geçirdiğim beş sene sonrasında darmadağın bir adam olmuştum. Hayal kurmayı bırak, rüya bile göremiyordum. Fakat halden de anlardım ve ağabeyime, bir gün bile, “Kapat şunu!” demedim.

Ağabeyimin askere gitme zamanı geldi. Karşımdaki manzara, yerde bir minderin üzerine oturmuş, Ferdi dinleyerek sigarasını içen, iç geçiren, “Şunu bitireyim yatıcam evlat” diyen adamdı. Odamda hiç hayal kurmadım, bir başkasının hayaline pansuman yapmayı seçtim herhalde.

Sonra, ağabeyim askere gitti. Oda bomboş kaldı. Her istediğimi yapabilirdim fakat hiçbir şey yapmıyor, yapamıyordum. O sıralar hiç kimseyle konuşmuyordum. Ferdi’nin yeni kasetinin çıktığını duyunca uçarcasına gidip, ömrümde ilk kez, kendi isteğimle kasetini aldım; ağabeyime haber verdim, defalarca dinledim ama ne zevk aldım ne de hüzünlendim. Annem, babam, yeni posterler almaktan tutun da odayı yıkmaya kadar her şeyi önerdilerse de hepsini geri çevirdim. Yeniden misafir odasına taşınmamı önerdi halimi gören bir dostum. Yanaklarım solmuştu, kırmızı çizmelerim ayağıma olmuyordu, o yaprak sarması kalınlığında parmakları olan teyzeler, bir partinin papatyalı kadın kollarına girmişti. Bir sürü fotoğrafım olmuştu yaşadığım şeyleri unutmayayım diye çektirdiğim, gözlerim kırmızı. Yolumu buluyordum artık az bir yardımla. Bir gün, çok şık, pahalı bir ayakkabı aldım arkadaşlarımdan özenerek, okula beraber gidip geldiğim bir arkadaşımı dövdüm, suluboya takımlarını, pastel boyalarını parçaladım, dudaklarımın çok güzel olduğunu söyleyen bir kızı, kısa kısa, aralıklarla öptüm.

Yine bir okul dönüşü, bayırı tepip köşeyi döndüğümde, evin önünde toplanan annemin, yengemin, babaannemin ve birkaç mahallelinin ufak bir çocuğu sevdiğini gördüm. Çocuk hayli topluydu, yanakları tam ısırmalıktı, saçları da altın sarısıydı. Beni görünce hemen üzerime atılmak istedi, aldım kucağıma öptüm, yanağını ısırdım, çocuk avazı çıktığı kadar bağırdı, ağladı. Onu eve çıkardım, bir yere oturtup mutfakta patates kızartmaya giriştim. Beraber patates yemeye, çay içmeye başladık sonra, annesi geldi. “Aman, ne yapıyorsun? Bu kadarcık çocuğa bunlar yedirilir, içirilir mi?” diye bağırdı.

Çocuk halinden çok memnun gibi görünüyordu. Konuşabilse “Şu tuzu uzatır mısın?” diyecekti sanki. Annesine de bir dilim ekmeğe, tereyağı ve sürme peynir sürerek verdim, oturdu. Siniri biraz olsun yatışmıştı. Bunları yerken annem geldi. “Ah be oğlum! Neden dolaptan reçeli, zeytini, salçayı, salamı, kaşar peyniri çıkarmadın? Kola da vardı, neden koymadın? Böyle yemek mi yenir?” diye bağırdı. Ben halimden çok memnundum. “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yaşar” dedim ukalaca.

Çocuk anlamış gibi gülümsedi, öylesine bakan annesiyle annemi iğneyle dürtmek geldi içimden.

Hiç yorum yok: