Ekim 2002
Ankara, DTCF
Televizyonda bir
psikolog şöyle diyordu: “Çocuğunuzun yaşı kaç olursa olsun, odasına girmeden
önce kapısını çalın. Bu olay onda, burası benim alanım, alanıma ve bana saygı
gösteriliyor düşüncesi uyandırır. Çocuğun sağlıklı bir birey olmasında bu olay
çok etkilidir.”
Herhalde, aidiyet
duygusu kazanmayayım diye, küçükken annem beni misafir odasına yatırırdı.
Niyeti önceden belirlenmiş bir alanda yaşamak... Belki de annem, hepimizin bu âlemde
“bir ömürlük misafir” olduğunu çok küçük yaşlarda öğrenmemi istedi. Fakat ben bu
“tasavvufi” düşünceye rağmen, orada Nazım’ın Memet’e tavsiyesi gibi, babamın
eviymiş gibi yaşadım. Uzun zaman kendime ait bir alanım olmadıysa da kendime
ait bir dünyam, bir iğnenin ucunda bile olsa her zaman oldu. Yatağım uzun
yıllar iki koltuğun birleşmesinden oluştu, şöyle okul dönüşü kendimi atacağım bir
odam, duvarlarında zekamı geliştirecek, bana duygu zenginliği katacak
imgeler yoktu. Zaten odanın rengini de annem belirliyordu, bense rengarenk âlemimdeydim.
Geniş bir hayal gücüm, annemle paylaşamadığım bir iğne ucum vardı. Bu yüzden
beni, benim kadar çocuk, yengem büyüttü. Alt katımızda oturuyorlardı,
aramızdaki tek fark ise, patates kızartması yapabilmesi ve bunu bakır bir
tepside, sürme peynir, tereyağı ve çayla sunabilmesiydi.
Bir dönem, evdekilerle yaşadığım hayali kuşak çatışmaları nedeniyle evimin hemen alt katında ama ailemden ayrı yaşadım. Oyunlarda ütülen, kavgalarda dayak yiyen taraftım. Leblebi tozu hep boğazıma kaçardı. Zaten fazla dışarı çıkmayıp genelde evde “takılıyordum”. Doğduğumda beş kiloymuşum; sonraki dönemlerde perhiz yapmayı, doğallığı sevdiğimden olsa gerek, hiç düşünmedim. Yanağım kan kırmızısı ve tam “makaslıktı”. Beni hep döverek sevdi parmakları yaprak sarması kalınlığındaki sadist teyzeler, ısırırlardı severken beni ama hiç canım acımazdı, belki de hoşlanırdım bundan... Yaz kış çıkarmadığım kırmızı botlarım vardı, modaya ve mevsim normallerine hiç uyum sağlayamadım. Birini, bir şeyi çok zor sever ama bir de ona çok alışırsam, ölene, öldürene dek bırakmazdım. Annemle gittiğimiz ev gezmelerinde, bakkalı ararken kaybolurdum, cami anonsları ile bulurlardı beni, ben belki de kendi tarifime uymak isterdim.
İnsanın kendine ait
bir odası olmayınca bir müzik tarzı da olmuyor. Belki de bu yüzden, gittiğimiz
ev gezmelerinde masanın üstüne çıkıp Bülent’ten Zeki’den nağmeler sundum.
Evimizi yapanların,
inşaat işini bizim evde öğrendiklerini söylerdi babam. Plansızlıktan olsa
gerek, çok geniş bir balkonumuz vardı. Balkonu ikiye bölüp bir tarafına oda
yapmaya büyüklerimiz karar verdiğinde dünyam değişti. Anam: “Bu kadar
misafirlik yeter” dedi.
Hiçbir şey
anlamamıştım. Neyse dedim, artık kendime ait “reel” bir yaşam alanım, poster
vs. yapıştırabileceğim duvarlarım olacaktı. Yıllardır eve gelen misafirlerin
örneğini aldığı dantel takımlarıyla iç içe büyümüştüm. Dönüşüm yaşayacak,
modern, dünya vatandaşı olacaktım. Oda yapılıncaya kadar hangi köşesine ne
asarım, neyi nereye koyarım, diye düşünmüş; hediyelik eşya satan yerleri odama
uygun bir şeyler bulmak için turlamıştım. Kalaslar çakıldı, beton atıldı,
badana bitti ve karşımda “Yeni Hayat” duruyordu. Bundan sonra kendi alanımda
yaşayacaktım fakat büyük bir sorunum vardı: Oda arkadaşım, ergenliğinin en
sivilceli dönemini yaşayan ağabeyimdi.
gel ferdi kapıda kalma, oda senin zaten |
Odanın inşaatının
bittiği günün akşamında, ertesi gün odada yapacaklarımı düşünerek erkenden
uykuya daldım. Uyandığımda neredeyse kalp krizi geçirecektim! Ağabeyim odanın
her tarafını, hislerine şarkılarıyla tercüman olan Ferdi Tayfur’un bulabildiği
tüm poster ve kartpostallarıyla doldurmuştu. Ferdi çölün ortasında; Ferdi,
kahyanın oğlu, Ferdi banyodan yeni çıkmış, havlusu omzunda, saçları nemli;
Ferdi birazdan bitirimleri dağıtacak, uzun beyaz atkısı omzunda... Ferdi de
Ferdi... Hepimiz biraz “ferdi” olmuştuk. Birey olayım derken “Ferdi” ile
karşılaşmıştım. Ağabeyim işten, gezmeden eve geliyor, bir şeyler yedikten sonra
odaya giriyor ve Ferdi’nin üç beş şarkısını dinlemeden yatmıyordu. Şarkıların
konusu, adamın acıklı sesi, hayal dünyamı altüst etmişti. Kendimi, hiç
tanımadığı biri için aşk acısı çekmeye zorlanmış gibi hissediyordum. Ferdi’nin
tüm kasetlerini dinlemekle ve filmlerini bir uyuşturucu bağımlısı gibi
defalarca izlemekle geçirdiğim beş sene sonrasında darmadağın bir adam
olmuştum. Hayal kurmayı bırak, rüya bile göremiyordum. Fakat halden de anlardım
ve ağabeyime, bir gün bile, “Kapat şunu!” demedim.
Ağabeyimin askere
gitme zamanı geldi. Karşımdaki manzara, yerde bir minderin üzerine oturmuş,
Ferdi dinleyerek sigarasını içen, iç geçiren, “Şunu bitireyim yatıcam evlat”
diyen adamdı. Odamda hiç hayal kurmadım, bir başkasının hayaline pansuman
yapmayı seçtim herhalde.
Sonra, ağabeyim askere
gitti. Oda bomboş kaldı. Her istediğimi yapabilirdim fakat hiçbir şey yapmıyor,
yapamıyordum. O sıralar hiç kimseyle konuşmuyordum. Ferdi’nin yeni kasetinin
çıktığını duyunca uçarcasına gidip, ömrümde ilk kez, kendi isteğimle kasetini
aldım; ağabeyime haber verdim, defalarca dinledim ama ne zevk aldım ne de
hüzünlendim. Annem, babam, yeni posterler almaktan tutun da odayı yıkmaya kadar
her şeyi önerdilerse de hepsini geri çevirdim. Yeniden misafir odasına
taşınmamı önerdi halimi gören bir dostum. Yanaklarım solmuştu, kırmızı
çizmelerim ayağıma olmuyordu, o yaprak sarması kalınlığında parmakları olan
teyzeler, bir partinin papatyalı kadın kollarına girmişti. Bir sürü fotoğrafım
olmuştu yaşadığım şeyleri unutmayayım diye çektirdiğim, gözlerim kırmızı.
Yolumu buluyordum artık az bir yardımla. Bir gün, çok şık, pahalı bir ayakkabı
aldım arkadaşlarımdan özenerek, okula beraber gidip geldiğim bir arkadaşımı
dövdüm, suluboya takımlarını, pastel boyalarını parçaladım, dudaklarımın çok
güzel olduğunu söyleyen bir kızı, kısa kısa, aralıklarla öptüm.
Yine bir okul dönüşü,
bayırı tepip köşeyi döndüğümde, evin önünde toplanan annemin, yengemin,
babaannemin ve birkaç mahallelinin ufak bir çocuğu sevdiğini gördüm. Çocuk
hayli topluydu, yanakları tam ısırmalıktı, saçları da altın sarısıydı. Beni
görünce hemen üzerime atılmak istedi, aldım kucağıma öptüm, yanağını ısırdım,
çocuk avazı çıktığı kadar bağırdı, ağladı. Onu eve çıkardım, bir yere oturtup
mutfakta patates kızartmaya giriştim. Beraber patates yemeye, çay içmeye
başladık sonra, annesi geldi. “Aman, ne yapıyorsun? Bu kadarcık çocuğa bunlar
yedirilir, içirilir mi?” diye bağırdı.
Çocuk
halinden çok memnun gibi görünüyordu. Konuşabilse “Şu tuzu uzatır mısın?”
diyecekti sanki. Annesine de bir dilim ekmeğe, tereyağı ve sürme peynir sürerek
verdim, oturdu. Siniri biraz olsun yatışmıştı. Bunları yerken annem
geldi. “Ah be oğlum! Neden dolaptan reçeli, zeytini, salçayı, salamı, kaşar
peyniri çıkarmadın? Kola da vardı, neden koymadın? Böyle yemek mi yenir?” diye
bağırdı. Ben halimden çok memnundum. “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yaşar”
dedim ukalaca.
Çocuk anlamış gibi
gülümsedi, öylesine bakan annesiyle annemi iğneyle dürtmek geldi içimden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder